Paylaş
Geçtiğimiz haftadan beri yazıp durduğum GDO meselesinin bir boyutu daha var: Yemler.
Yemini kendi hazırlayıp çiftçilere dağıtan bazı şirketler dışında (bunlardan biri Pınar mesela), birçok çiftçi hayvanların önüne yem endüstrisinin ithal ettiği yemleri koyuyor.
2011’de yem amaçlı GDO’ların ülkemizde ithalatına izin verildi.
Yem endüstrisi hayvanlara vermek için karma yem kapsülleri yapıyor. Orada belirli bir besin dengesi oluşturmak gerekiyor. Bunların bir kısmı protein.
Dünyada soya üretimi ağırlıklı olarak GDO’lu yapıldığı ve protein kaynağı olarak soya kullanıldığı için yem endüstrisi tarafından bu yemler tercih ediliyor. Endüstrinin bağlantıda olduğu şirketler ağırlıklı olarak GDO’lu soya satıyor.
Adam GDO’suzunu arasa bulur. Ukrayna’dan getirtebilir mesela... Ama o zahmete girmiyor. GDO’suzunda yüzde 10-15 fiyat farkı olduğu için de pek işine gelmiyor.
Kendi hayvanı olan küçük çiftçiler bu konuda hassas. Ama daha büyük çaplı üretim yapanlar, 300-500 hayvanı olanlar “Hayvan ha GDO’lu soya yemiş, ha GDO’suz; hangisi ucuzsa ben onu alırım” diyor. Adam zaten bir kilo yemi alıyor 50 kuruşa, bir kilo sütü satıyor 50 kuruşa. O yemi 50 yerine 45’e alsa ona yeter. “Nasılsa o sütü de ben içmiyorum, millet içiyor” diyor.
GDO’nun henüz gıdamızda kullanılmasına izin çıkmaması iyi bir şey. Fakat GDO’lu yemlere izin olduğu sürece dolaylı yoldan yine de GDO’ya maruz kalıyoruz. Sonuçta hayvanlar GDO’lu yemleri yiyor. Ardından biz bunların etini, sütünü, yumurtasını, peynirini tüketiyoruz.
Geçtiğimiz ay Tarım Bakanı bir televizyon programında GDO’lu yemle beslenen hayvan mamullerine etiketleme getireceklerinin vaadini verdi. “Ete, süte, yumurtaya ‘GDO’lu yemle beslenmiştir’ diye etiketleme şartı getireceğiz” dedi. Umarım sözünü unutmaz.
Böyle gelmiş böyle gitmez
GDO aslında habis olmuş sistemin bir semptomu. O sistemi daha da habis hale getiren bir mekanizma. GDO’dan kurtulunca tarımla ilgili bütün dertler bitmiyor. En azından endüstriyel tarım yaptığımız sürece...
2002’de, ilki 1992’de Rio’da düzenlenen Dünya Zirvesi’nin 10’uncu yıl toplantısı yapıldı. O toplantıda “Bir ekip kuralım, tarım nereye gidiyor, nereye gitmeli ve neler yapılmalı, buna dair kapsamlı bir çalışma yapalım. 21’inci yüzyılın tarımının nasıl olması gerektiğine dair bir fikir oluşturalım” dendi.
BM ve Dünya Bankası sponsorluğunda 400 bilim insanından oluşan bir çalışma grubu oluşturuldu ve 2 bin sayfalık bir rapor yayınlandı.
Raporun başlığı “Tarım Yol Ayrımında” idi. Cümleleri aynen şuydu: “İş yapma biçimimizde ‘böyle gelmiş böyle gider’le devam edilemez.”
Ve orada çok net bir söylem vardı: Endüstriyel tarım yöntemleri dünyayı sıkıntıya sokuyor. Malum, tarımın küresel ısınmaya etkisi yüzde 30 oranında. Tarımda yüksek mekanizasyon ve yüksek fosil girdi var. Sadece mekanizasyon da değil, kullanılan tarım ilaçları da etkili.
Büyük oranda fosil yakıt tüketimi bu endüstriyel tarım yönteminin bir sonucu.
Küresel ısınmaya olumsuz etkisinin yanı sıra endüstriyel tarım biyoçeşitliliği de yok ediyor, bir sürü yerel tür yok oluyor. Bunu değiştirmezsek duvara toslayacağız.
Şu anda dünyada bütün insanları besleyecek kadar gıda üretiliyor. Ayrıca, dünyadaki bütün tarım arazilerini hesaba kattığımız zaman görüyoruz ki dünya çok rahat 2300’lere kadar bizi götürebilir. O zamanki nüfusu da besleyebilecek tarım arazilerine sahibiz esasında.
“Yetmeyecek” söylemi biraz ideolojik. Dünyada 1 milyar aç insan, 1 milyar 200 milyon da obez insan var. Her aç insan için bir veya daha fazla çok beslenen, bundan dolayı da sağlık sorunu çeken insan var.
Bir kere bu oran ortada bir üretim eksikliği sorunu değil, paylaşım sorunu olduğunu gösteriyor.
Paylaş