Yiyorum, dua ediyorum, seviyorum (Kadıköy’de)

Bana bir kişi gösterin “Müthiş bir hayatım var.

Haberin Devamı

İşimden de çok memnunum. Sevgilim/evliliğim deseniz, o da ayrı bir mükemmellik hikayesi. Kısacası şahane ötesi bir hayatım var” desin, ben de Habitus değilim.
Bu mutsuz arkadaşların büyük bir kısmı da neden mutsuz olduklarını bir türlü bulamayanlardan oluşuyor.

İyi bir işin, yerinde kazancın, başını sokacağın evin varsa, düzgün bir evlilik yapmışsan ya da aşk hayatında bir sıkıntı yoksa çok mutlu olman gerekir, değil mi?
Mutsuz olmaya hakkın yoktur. “Aç mısın açıkta mısın” der büyüklerimiz.

Derin mutsuzluğun sebebi bir ölüm, iş-güç yokluğu, parasızlık ya da ciddi sıkıntı yaratabilecek başka bir durum değilse, “şımarıklık” olarak algılanır.

Öyle midir sahi?

Söyleyin bana, hangimiz şunları yaşamadık: İşe giderken sabahları yataktan çıkamamak, çıksak da ağladı ağlayacak bir halde ofise adım atmak, sürekli “ben ne yapıyorum” sorusunu kendine sormak, işe yaramazlık hissi, hayata tutunacak hiçbir sebep bulamamak, hiçbir şeye karşı heyecan duymamak...

Ve sonunda gelen derin depresyon... Tabii “Nen var kuzum” dediklerinde de tam olarak verecek bir cevap bulamamak... Eh, kimse ölmemiş, işini kaybetmemişsin, sevgilin seni terk etmemiş, falan filan. Yani seni gerçek bir depresyona sokacak sağlam bir sebebin yok.

Görünürde somut bir durum olmamasına rağmen çılgıncasına ağlıyorsun, neredeyse iş yapamaz duruma geliyorsun. Sonra ne oluyor?

Herkes kendine göre bir çıkış buluyor, kimi risk alıp iş değiştiriyor, kimi boşanıyor, imkanı olanlar da uzaklara kaçıyor. Kendini bulmaya. Aynı Amerikalı yazar Elizabeth Gilbert gibi. Kendi hikayesini anlattığı kitabı Eat Pray Love’dan uyarlanan aynı adlı filmi dün vizyona girdi.

Eğer henüz kitabını okumadıysanız önce filmi izleyin. “Kitabı daha güzeldi yaa” diyenler arasına katılmak istemiyorsanız tabii...

Haberin Devamı

Yıldız Parkı harika bir seçenek

Şimdi tabii Elizabeth kardeş şanslı. Keşke dedim, keşke her “Hayat... Anlam...” derken gidebildiğimiz en uzak mesafenin ancak Yıldız Parkı olduğu zamanlarda (okuldan 5 dakika) mümkün olsaymış. Ver elini İtalya, ver elini Hindistan, oradan Endonezya.

Ooh, sen beni Bali’ye gönder, ben zaten iyi olurum.

Aslında bu şaka da değil, bir yandan. Gözün gördüğü değişince, hiç tanımadığın, varlıklarından bile haberdar olmadığın hayatlarla çarpışınca, kendine hiç bakmadığın bir yerden bakabiliyorsun.

Daha doğrusu kendine, evinde yorganın altında cenin pozisyonunda yatarken yüklendiğin gibi yüklenmeyi unutuyorsun diyelim.

Dikkatini fark etmeden kendinden uzaklaştırıyor, yeni çevreye, yeni insanlara veriyorsun. İşte o zaman öğrenmeye başlıyorsun. Rönesans gibi aydınlanıyorsun vallahi.

Gezmek iyidir arkadaşım. Fırsatın varsa, hiç durma.

Haberin Devamı

Bizde böyle!

Neyse efendim, kocadan ayrılıp, işi bırakıp, eşyaları bir valize tıkıştırıp Bali’ye filan gitme lüksüne sahip olmayan kardeşlerim ne yapsın? Esas onu konuşmalı.

Karar verdim, içsel yolculuğumu anlattığım bir kitap yazacağım. Koşuyolu’ndaki koruda başlayan ve Kadıköy’de biten maceramdan çok şey öğreneceksiniz.

Elizabeth kardeşim İtalya’da yemiş, Hindistan’da dua etmiş, Endonezya’da sevmiş. Bense tüm bunları bizim orada yapıyorum.

Yemekse yemek (Dardanel’in sandviçleri var, nefis), palmiyeyse palmiye (hani tropikal ortam arayışındaysanız filan diyorum, Çamlıca’da gördüm bir-iki tane ama biraz kuru gibi), dişsiz bir amca da var, karşılaşıyoruz her sabah (bana bir şeyler öğreteceğine hep para istiyor ama olsun, o da bir ders).
Moda’da ise romantizm yaşıyorum, çok güzel Caffe Nero açıldı, tavsiye ederim. Sonracığıma, isterseniz Kadıköy’den Adalar’a vapur var, eh sandal kadar romantik olmuyor, biraz kalabalık, yine de iyi-kötü karşı kıyıya geçmek için uygun bir seçenek.

Valla, Elizabeth kardeş, n’apalım, bizde böyle!

Haberin Devamı

Not: Perşembe günü “Gereksiz işler enstitüsü” başlıklı yazımda, Ali Diri yerine başka bir şahsın ismini yazmışım. Bugün düzeltmiş bulunayım...

Yazarın Tüm Yazıları