Paylaş
“Gerçek dünya” nedir peki? Şehir, gürültü, bağırış-çağırış, stres, öfke, endişe, sinir, haberlerin ve gündemin verdiği yılgınlık...
Ofis işlerinden farklı olarak bizim yaptığımız işte durmadan arkada dönen bir kayıt cihazı var... Gittiğin her yeri, okuduğun her şeyi, tüm gördüklerini durmaksızın kaydeden ve “Bunu yazmalısın” diyen bir kayıt cihazı bu.
Sabahtan akşama çalışan, hatta uykuda bile çalışan, tüm kayıtları bir köşe yazısının, bir hikayenin tetikleyicisi olarak kullanmak üzere bekleyen bir kayıt cihazı.
Eğer o cihazı bazen, ihtiyacınız kadar kapatmazsanız, tükeniyorsunuz.
Tabii biraz “Durmam lazım”, “Dinlenmem lazım” dediğinizde bir makinenin on/off düğmesini kapatmış gibi olmuyor, daha fazla yazmak, daha fazla not almak, gittiğiniz, gördüğünüz yerleri, hislerinizi dökmek istiyorsunuz...
İnsan, hayal gücünün ve duygularının tetiklendiği yerlerde biraz vakit geçirince, kimilerinin neden yazmak için kendi evinden uzaklara, bambaşka diyarlara gittiğini anlayıveriyor: İlham.
Scott Fitzgerald deyince akla ilk Paris gelir. Hemingway ise bir dönem kendi arzusu ile İspanya’da, Valencia’da yaşamış. Ne kadar anlaşılabilir geliyor şimdi...
Yazmamak için bilgisayarımı bile yanıma almadığım izinde o kadar çok yazmak istedim ki... Baktığım her şey, her insan, her yer, doğa, hava, toprak, hepsi tek tek şehirde ne kadar körelmiş hissim varsa geri çağırdı.
Ve tatilin aslında biz şehir insanları için çok başka bir anlamının olduğunu fark ettim: Biz tatille “normale” dönmeye çalışıyoruz. Kirleniyoruz, köreliyoruz, mutsuzlaşıyoruz ve bu o kadar derinlere yerleşiyor ki, başka bir seçeneğimiz olmadığını düşünmeye başlıyoruz.
Gündemle birlikte yaşayan herkesteki ortalama ruh hali bir yerde hep birbirine benziyor: Güzel şeylere olan körlük. Doğanın ihtişamını, ritmini, büyüklüğünü... İnsanın, insan ruhunun derinliğini ve güzelliğini... Hepsini unutuyoruz.
Hayatı algılama biçimi değiştiğinde, güzel düşüncenin, iyiliğin hayatımızın dümenini alması halinde rotamızın, hatta tüm yolculuğun nasıl değişebileceğini unutuyoruz. Güzelliğe körleşiyoruz. Güzel olaylara, mutlu anlara, iyiliğe karşı bağışık hale geliyoruz.
Hayatın kötülüğünü, adaletsizliği, eşitsizliği düşünerek bunun üzerinden hayatı okumaya başladığınızda, ne kendiniz, ne de başkaları için bir şey yapamaz hale geliyorsunuz.
Ve sonuç: Sürekli şikayet eden, kılını kımıldatmadan internet üzerinden vicdanını periyodik (ve geçici) olarak rahatlatan ve dünyanın sadece cehenneme benzer taraflarını görebilen insanlar...
Tatile çıkmadan önce tatile çıkmayı, daha doğrusu insanı bir zombiye dönüştüren şehirde kendime “Tatile ihtiyacım var mı” sorusunu sormayı bile unutmuş vaziyetteydim. Şimdi geri döndüm ve “Biz bu koca koca şehirlerde kendimize ne yapıyoruz öyle” diyorum.
“Yılmaz Erdoğanlaşma” süreci böyle başlıyor demek ki...
İnsan er ya da geç köklerine, doğaya, doğanın mucizesine, ışıltısına yemek gibi, su gibi ihtiyaç duyduğunu fark ediyor...
Bunlardan kopmanın, insanlığımızdan da götürdüğünü fark ediyor...
Paylaş