Şu hayatta ısınamadığım bir hadise varsa, o da bilgisayar oyunları. Biliyorum, koca bir kültür söz konusu, millet deliriyor, saatlerce evden çıkmadan oyun oynayanlar var ama yok, bir türlü giremedim şu dünyanın içine.
Ha, vaktiyle Commodore 64’te Street Fighter’a saplanıp kalmışlığım, Game Boy’da Super Mario oynayacağım diye evde bulduğum ve babamın erzak dolabına zulalamış olduğu takribi 1000 kalem pilin köküne kibrit suyu dökmüşlüğüm vardır. Tabii 13 filandım bu bahsettiğim zamanlarda. Yaş ilerledikçe olaydan uzaklaştım, ileriki yıllarda yaptığım hiçbir deneme o eski tadı almamı, bir oyuna kilitlenmemi sağlayamadı. Biliyorum, benim gibi binlerce, milyonlarca insan var dünya üzerinde kendini oyun deliliğine kaptırmayan/kaptıramayan. Satın alınan farklı oyun konsolları, oyunlar “kısa süreli heyecan” oluyor, heves geçince bir kenara bırakılıp unutuluyor. Bilgisayar oyunu sevmememin iki önemli sebebi var. Birincisi, vakit kaybı gibi geliyor. Yani, saatlerini, günlerini, aylarını bir oyun için harcayacaksın, ama sana bir getirisi olmayacak. Oyun oynamaya her kalkışımda “Amaaaan, şimdi oyun oynayacağıma iki kitap okurum, bir film izlerim, ertelediğim işlerimi yaparım” duygusu peyda oluyor, engelleyemiyorum. (Tabii bugüne kadar oyun oynamak yerine ertelediğim işleri yapmışlığım yoktur ama olsun.) Bir oyunda level atladığımda bunun gerçek hayatta bir fonksiyonu olsaydı, eminim oyunlara biraz daha sempatiyle bakabilirdim. Mesela “5. level’ı geçerseniz evde canınızı sıkan işleri yapmak üzere birilerini gönderiyoruz” deselerdi tüm oyunların hastası olabilirdim. (Yorgana kılıf geçirme işini bir başkasının yapması için 3 gün boyunca yerimden kalkmadan bilgisayar oynarım, yemin ediyorum. O ne işkencedir arkadaş.) Özetle lisede öğrenilen ve birçoğumuzun “Hocam bunlar gerçek hayatta ne işimize yarayacak” dediği konular gibi geliyor bilgisayar oyunları. Tabii şimdi hepsinin de hakkını yemeyeyim; oyunların, bilhassa strateji oyunlarının zeka geliştirdiği biliniyor. (Gerçi orada kazanacağınız becerinin 10 katını eminim çalıştığınız şirketlerde hayatta kalmak için uyguladığınız stratejilerle kazanıyorsunuzdur zaten, o da ayrı.) Bu dünyaya giremeyişimin bir diğer sebebi bana yüzde yüz gerçeklik duygusu yaşatmıyor olması. Şöyle bir oyun hayal edin: Sanki DVD’ye bir film koymuş izliyor gibi ama sizin yönettiğiniz bir dünya söz konusu... Yani görsel açıdan sizi tamamen doyuruyor, gerçek hayatın birebir kopyası, 3 boyut deneyimi de yaşatıyor elbette... İşte bu noktaya eriştiğimiz zaman beni oyunların karşısından alamayacaksınız, aha buraya da yazıyorum. “Gerçek hayat kadar gerçek” olana kadar, ben ve benim gibiler bu işlerden uzak kalmaya devam edecek...
Gözlüksüz 3 boyut!
Genellikle tüm “oyunsevmezler”in oyun sevmeme gerekçeleri böyle; boşa vakit harcama ve yüzde yüz gerçeklik yaşamama duygusu etrafında şekilleniyor. Oyun endüstrisi de elbette bunun farkında. Hal böyle olunca, benim gibi “potansiyel müşteri”leri ancak yüzde yüz gerçeklik duygusu deneyimi ile çekebileceklerini biliyorlar. Aslında burada esas mesele duyulara hitap etmek... Misal, mart sonlarına doğru piyasaya çıkacak olan Nintendo 3DS’te gözlüksüz olarak, eski bilinen oyunları 3 boyutlu olarak oynanabiliyor. Street Fighter, Nintendogs gibi birçok oyunun 3 boyutlu versiyonu üretilmiş. Herhangi bir aksesuvar kullanmadan, gözlük takmadan 3D deneyimi yaşamak, yüzde yüz gerçeklik duygusuna bir adım daha yaklaşmak demek. Hal böyle olunca “en gerçeğe yakın” ne ise, kazanan o oluyor. Sadece oyun değil, her konuda, duyuların hepsine birden hitap eden kazanacak. Mesela, sinema endüstrisinden de beklentimiz bu değil mi? Kendimize gerçekmiş gibi” hissettiren ses, ışık, ortam koşulları yaratıyoruz. Filmlerin 3 boyutlu versiyonlarını heyecanla bekliyoruz. Evimize ses sistemleri kuruyoruz. Yüzde yüz gerçeklik yaşamak için sanal gerçeklik dünyasında 3 boyutlu görüntü yetmiyor elbette, ses ve koku da hadisenin diğer önemli öğeleri. Bu 3 konu üzerine oynayan, sanal gerçeklik dünyasında herkesi kendine çekmeyi başaracak; en “oyunsevmez” bünyeyi bile...