Paylaş
Garantisine de isim yazarak farklı bir uygulamayı hayata geçiren bu ‘lüküs’ saat firmasının gücünü kıskanan bazı paralel saatçiler hemen harekete geçmiş.
Madem Türkiye’de bu kadar hem lüks tutkunu, hem halkı için çalışan siyasetçiler var, biz de faydalanalım demişler.
Hem para içinde yüzüp hem de halkı için çalışan ve memleketin refah seviyesini yükselten siyasetçilerin bulunduğu, herkeslerin kıskandığı bu ülkede iyi satış yaparız demişler, hepsi gazetelere ilan vermek için sıraya girmiş.
Madem onlar halkı söğüşlüyor, biz neden onları söğüşlemeyelim demişler.
Şaka bir yana 700 bin lirayla neler yapılır arkadaş. Kaç çocuk beslersin, giydirirsin.
700 bin liralık saat takan siyasetçiye güvenmek de ancak bir üçüncü dünya ülkesinde olur zaten. Ucuz saat taksa “Bunun daha g*tünde don yok, bize nasıl bakacak” derler.
Pahalı saat vatandaşa da “iyi yaşam vaadi” gibi. Hayata enteresan bakıyoruz vesselam.
? Biliyorsunuz İstanbul adeta Dubai gibi eskiden çöl ve keleş olan ve TOKİ sayesinde müthiş sanat eseri binalara kavuşmuş yepisyeni bir şehir. Zaten tarihi de İslam ve Türklerle başlamış, daha öncesi yok.
Fetihten önce de komple çölmüş. İnsanlar birbirleriyle konuşarak değil, el hareketleriyle anlaşıyorlarmış. Ayrıca şunu söylemek isterim ki, tam anlamıyla medeniyet ise 2001’den sonra geldi. Ondan önce mağaralarda yaşıyorduk. Neyse efendim, Ege kıyılarının çirkinliğine de devletimizden nihayet bir çare geldi. Yapılaşmaya açılacak olan Datça kıyılarının o rezil yeşilliği ve iğrenç mavi sularını “normalleştirmeye” hazırlanıyoruz.
Çok değil, birkaç sene sonra tıraşlanmış dağların eteklerinde dünyalar güzeli oteller dikilecek, lağım akıtılan denizi ise grimsi bulanık nefis bir renk alacak.
Bu kararı veren tüm doğa ve yeşile aşık ileri görüşlü yöneticilerimizi kutlarım.
İçerik yok, ambalaj da yok
Bir şeyi çok merak ediyorum. Acaba ülkemizde ambalaj ve tabelalarda tasarım ve font işi neden AŞIRI önemsizdir?
Hayır, ambalaja da bu kadar önem veren, hatta “İçeriği boşver, ambalaja bak sen”ci anlayışın hakim olduğu bir ülkede neden bu iş böyledir?
Ne bileyim, şöyle bir Mecidiyeköy’e çıkın veya herhangi bir ilçe merkezinde, il merkezindeki dükkan tabelalarına, kendilerini potansiyel müşterilerine nasıl gösterdiklerine bir bakın...
Tepebaşı’nı düşünün, tarihi binalara çakılmış çirkin tabelalara sahip dükkanları düşünün, avizecileri düşünün. Anlamsız bir renk kaosu. Maksat sadece dikkat çekmek. Özen yok, fikir yok.
Üstelik bu sadece alelade dükkanlara mahsus bir konu değil. İyi isim yapmış, iyi ürünleri olanların da kanayan yarası. Mesela bakınız, bir seferinde Boğaz’da bir oteldeyiz. Kadim dostlarımla kafamızı geriye doğru ata ata AHAHAHAHAH diye gülüyor, kadehlerimizi “Şerefe dostum” diye tokuşturuyoruz.
Şaka, şaka, bir röportajdayım. Dünyaca ünlü bir dostumuz gelmiş, kalacak yer olarak da burayı seçmiş. Nasıl seçmesin, Boğaz kenarında otel olarak kullanılan bir yalı, böyle, Allah’ım nasıl güzel döşenmiş... Giriş nefis, odalar nefis... Ama tam odalara girecekken otelin tüm havası FOSS diye sönüveriyor.
Sebep? FONT. Otelin sahibi, kapılara, o başımızın belası italik el yazısı kebapçı-inşaatçı fontuyla süitlerin adını yazmış.
Kardeşim sen o kadar kasmış, dünyanın bir ucunda bile şöhret yapmışsın, kim gelse burada kalmak istiyor ama sen odaların kapılarında Ağaoğlu’nun da kullandığı o gıcık ve girdiği her yerin havasını kaçıran lanet fontu kullanıyorsun.
“Ambalaj”a delicesine önem verilen yurdumda ambalajı bile doğru düzgün yapamıyoruz, işte insan buna hayret ediyor.
Konusu gelmişken okuma önerisi de vereyim: Domingo Yayınları, Tam Benim Tipim, Simon Garfield.
Paylaş