Biliyorsunuz önümüz kış, artık buz gibi sokaklarda gezmeyecek; alışverişti, sinemaydı, bir ihtiyacımız olduğunda büyük alışveriş merkezlerine tıkılacağız.
Pazar günkü gibi olaylar, ister istemez alışveriş merkezlerindeki ve toplu taşımacılık alanındaki (başta metro, vapur, deniz otobüsü olmak üzere) güvenlik açıklarını düşündürüyor. Hâl böyle olunca insan endişelenmeden edemiyor... Önce alışveriş merkezlerini konuşalım. Havaalanındaki kontrollerle karşılaştıralım mesela. Havaalanı güvenliği ayakkabınızın içine kadar ararken, alışveriş merkezlerinde “elle çanta yoklama” gibi iptidai bir yöntem kullanılır, çok defa tecrübe etmişsinizdir. Zira kimi popüler merkezi alışveriş merkezlerinde x-ray cihazı bile yok. Çantanızı mıncıklayıp içeri alıyorlar. Peki, soralım o zaman: Bir uçak dolusu yolcudan bir sinema salonu dolu izleyicinin ne farkı var? Her ikisinin de güvenlik kontrolünün eksik olması halinde benzer hayati tehlikelerle karşılaşacağını söyleyebilir miyiz? Söyleriz! Metro, vapur ve deniz otobüsü için de aynı hayati tehlike söz konusu. Uçak haricindeki hiçbir toplu taşıma aracında seyahat eden yolcuların can güvenliği yok. Peki, onların bir uçak dolusu yolcudan ne farkları var? Yok?? Biz hangi akla hizmet toplu yaşanan/seyahat edilen birçok alana neredeyse elimizi kolumuzu sallayarak girebiliyoruz? Alışveriş merkezlerine ve deniz otobüslerine girerken yapılan “bagaj açma ve kapama suretiyle aracın bagajının yerinde olup olmadığını yoklama” kontrollerini daha önce de yazmıştım. Alışveriş merkezleri, güvenliği gerçek anlamda sağlayabilecek koşullar yaratmışken, kapıya kuralına uygun araştırma ve inceleme yapabilecek güvenlik görevlisi dikmişken bu kaynağı “bagaj aç-kapa-yolla” ile harcıyor. İstanbul gibi bir şehirde halkın can güvenliğinin sağlanmıyor olmasını klasik “bize bir şey olmaz, olursa da bakarız bir çaresine” zihniyetine bağlamamak elde değil. Önce bir olay meydana gelecek, acılar çekeceğiz, kayıplar vereceğiz, aileler dağılacak, şehir hayatı kaosa sürüklenecek, ondan sonra paçalar tutuşacak... O halde yetkililere buradan hep birlikte bağıralım: Toplu yaşanan yerlerde bir havaalanı titizliğinde güvenlik önlemleri alınması için başımıza bir iş gelmesini mi bekliyorsunuz?
Kuaförlere bir öneri
Geçen baharda bir ara Los Angeles’a gitmiş, birkaç Habitus’u oradan yazmıştım, bilmem hatırlar mısınız... Orada Tarkan’ın eski sevgilisi olarak hatırlayacağınız Jülyet’le buluşmuştum. Jülyet yıllardır kuaförlük mesleğiyle hayatını kazanıyor, Amerika’nın en prestijli kuaförlerinden biri olan Cristophe ile birlikte çalışıyor... Onu ziyaret ettiğim gün, kuaförde kalabalık bir çocuk grubu vardı. Cristophe gibi pahalı bir kuaför için pek alışılmış bir görüntü değildi bu tabii. Ne olduğunu sorduğumda “Ayda bir defa olmak üzere, Cristophe, uzun saçlarını lösemi tedavisi gören çocuklara bağışlayan çocukları misafir ediyor. Saç kesim işleminden bir ücret almıyor, çocukların saçlarını bağışlamaya geldiklerini söylemeleri yeterli oluyor. Bağışlanan saçlar, hijyen işlemlerinden geçirilmek ve ihtiyacı olan çocuklara peruk yapılmak üzere saklanıyor” cevabını almıştım. Amerika’da çoğunluğu ilaç tedavisinden olmak üzere çeşitli sebeplerle saçlarını kaybeden çocuklar ve yetişkinler için geliştirilen bu tip projeleri yaygınlıkla görmek mümkün. Geçen sene Pantene “Beautiful Lengths” isimli bir kampanya yürütmüştü mesela. Çocuklar için peruk üreten Wigs4Kids (www.wigs4kids.org) de yukarıda bahsettiğim gibi, ilaç tedavisinden ötürü saçlarını kaybetmiş çocuklara yönelik bir sosyal projelerden sadece biri. Yurtdışında çok örnek var ancak az önce bahsettiğim, çocuklara yönelik saç bağışı gibi bir proje LÖSEV’den aldığım bilgilere göre burada henüz yapılmış değil. Türkiye’de, isimleri herkesçe bilinen büyük kuaförler, böyle projelere imza atmalı. Ellerinin, saçlarını kaybetmiş olanlara da faydası dokunmalı. Tek işlemde bir aylık ev kirası kadar değer biçtikleri yeteneklerini biraz da ihtiyaç sahipleri için kullanmalılar, zira meslekleri ve konumları gereği bu alanda sosyal sorumlulukları olduğunu söylemek mümkün...