Havanın grileştiği-yağmurun çiselediği gün, moralin bozulacağına, bünyeyi bir huzur ve sevinç dalgası inceden titretiyorsa, sonbahar gelmiştir.
Eğer geceleri dişlerin birbirine vuruyor, uyanıp pikeye saldırıyorsan yaza veda etmişsin demektir.
Kalkıp çorabını can havliyle ayaklarına geçiriyor ve diz yerleri yusyuvarlak, poposu armutsu tuhaf eşofmanını giyiyorsan, iş bitmiştir.
Aslında sonbaharın tam olarak geldiği gün, kaban, kazak, manto ve türevlerini giymeyi özlediğin andır.
Kadın dergilerinin eylül sayılarına bakıp bakıp “Ay hadi kış gelsin” dediğin zamandır.
Evin dışındaki hayatı unutmanın vakti gelmiştir. Yağmur yağsın, sen de o amorf eşofmanınla, elinde kumanda evde bir kenara kıvrıl, ince bir battaniyeye sarın, düşen damlaların sesini dinle istersin.
Hatta kucakta bir kedi de olsa fena olmaz.
Film izle, kitap oku, uyukla, televizyonda izleyecek hiçbir şey bulama...
Kanepeye gömül, telefonlarını açma...
Bunları düşünmek pek hoş ama iki güne kalmaz melankolik tavırlar sergilemeye başlayacaksın sevgili depresyona deprasyon, şarja şarz demeyen Habitus okuru. Kış depresyonuna meyledecek, güneşli günleri, masmavi gökyüzünü özleyeceksin.
Bir bakacaksın ki sporunu aksatmışsın, kendini çikolataya-şekere, keke-böreğe vermişsin, sürekli yorgunsun, sabah yataktan çıkamıyorsun, kimseleri görmek istemiyorsun...
Tedavisi basitmiş, insan kendini sebepsiz yere kapana kısılmış hissediyorsa hemmmen doktora gitmeliymiş.
Bunun bir de “eşikaltı” denen hali varmış, hasta-doktor ilişkisine lüzum görmediğin türü yani.
Kararan havayla, yağan yağmurla birlikte gelen, “Güneş ışığı istiyorum, yandım Allah” dedirten, hafif derecede ruh hali dalgalanmaları hani.
Fakat yine de durumun ilerlememesi için onu da takibe almak gerekliymiş. Her ne seviyede olursa olsun “Mevsimsel duygudurum bozukluğu” depresyonun bir türüymüş ve bu akıldan çıkarılmamalıymış.
Bu aralar yağmurun sesini huzurla dinleyen, bulutlara bakıp gülümseyen okur, bak şimdiden söylüyorum.
Güneş, pek yakında bulutların ardına çıkmamak üzere saklandığında, gülümsemen uçup giderse “Ne oluyor bana?” deme.
Başına geleceğin açıklaması bu kadar basit ve çaresi burnunun dibinde...
Tamer Karadağlı’ya kulak verelim
Tamer Beyciğim “Benim babam da böyleydi. Çapkın bir adamdı. Amcam evliydi ve 35 yıldır devam eden başka bir ilişkisi de vardı” demiş dün Sema Eren’e.
Eyvah eyvah...
Biz bunu daha önce neden düşünemedik?
Çapkınlığın, erkeklerin bu gelsin kadınlar-gitsin kadınlar, ineği almayalım ama sütü sağalım hallerinin her türlü analizini aramızda yaptık da genleri nasıl gözden kaçırdık?
Evet, bundan böyle sevgili adaylarına şecere sorulacak.
Kilit soru numara bir: Sizde dede-baba-amca-erkek kuzenler, nedir olay, anlat bakayım bi. Erkek nüfus kaç kişi?
İkiii: Deden çapkın mıydı? Peki ya dedenin babası?
Üüüç: Senin dede babaanneyi aldatmış mı?
Yeri gelmişken anne tarafına da girelim.
Anneanne mutlu, göz pınarları kuru mu?
Dört: Amcanı anlat, amcanı. Yengene sadık mı?
Var mı şöyle 35 yıllık ekstradan bir kadın filan?
Ve altın soru beş:
Babanı anlat, babanı.
Tabii herkesten bir Pamir-Nermin Bezmen aşk hikayesi çıkacak değil ama en azından her aile ferdinin yanında bir gözü yaşlı kadın varsa orada bir durmak, sütü saklamak gerekebilir.
İşte buyurun, ilk buluşmalarda kilitlenenlere muhabbet konusu da çıktı.
Hem bence bu “Atalarımın çapkınlığı” konusu “Benim dedem Osmanlı ımparatorluğu’nda çok önemli bir insanmış” muhabbetinden daha enteresan olur.
Zaten onun da pek enteresan bir tarafı yok hani, kime sorsak dedesi paşa.
Vallahi sizi bilmem, ben henüz Osmanlı ımparatorluğu zamanında dedesi önemli biri olmayan kimseyi tanımadım.