Paylaş
Şimdi efendim, o kadar da değil tabii, abartmayayım, sadece dışarıya “gösterdikleri” kadar olağanüstü bir şehir değil. Tabii Los Angeles’ın o kadar da müthiş bir şehir olmaması benim dönem dönem yazılarımda “Ben Los Angeles’tayken...” diye başlayan cümleler kurmama da “Amerika’da böyleyken bizim ülkemizde böyle, inanılmaz yani” biçiminde bir magazin dili edinmeme engel değil hah hah haaaay. Neyse efendim, ben en iyisi size şehri anlatmaya devam edeyim.
Bu koca şehirde rahatlık açısından otomobil bir zorunluluk olsa da, çevreyi tanımak için en güzel seçenek, boynunuza bir fotoğraf makinesi takıp, Japon turistlerin arasına karışıp üstü açık otobüsle klasik turist gezisi yapmak.
“Bre Habitus, ta oralara gidip üstü açık kırmızı gezi otobüsüne bin önerisinde mi bulunuyorsun” demeyiniz. Evet, öneriyorum efendim. Hatta diyorum ki, gezdiğiniz tüm şehirlerde önce üstü açık gezi otobüsüne bininiz. Bir şehirle ilgili ilk fikir edinme deneyimini en güzel böyle yaşıyorsunuz çünkü.
Peki gündüzleri sıcak ve kurak, geceleri soğuk ve insanı Azer Bülbül gibi titreten şehirde başka neler var?
İşte Habitus gözünden Los Angeles...
- Meşhur renkli dönmedolabın olduğu Santa Monica İskelesi’nde bisiklet kiralayıp 15 dakika uzaklıktaki Venice Beach’e kadar sürmek pek popüler bir aktivite, sahil şeridini tanımaya olanak veriyor.
Patenliler, bisikletliler, spor yapanlar... Venice Beach’e geldiğinizi metekare başına düşen ibiş oranı artışından anlıyorsunuz. Oradaki hayata bohem demek, bohem kelimesine haksızlık etmek olur.
Beatnik’lerin zamanında daha farklıymış herhalde, şimdi toplum yerine kendinden umudunu kesmiş “kaybedenler”in toplaşıp takılma yeri desek yeridir. Bu arada, bir yandan sağlıklı yaşamın, “fitness vücudu”nun doğuşuna sahne olan bir zamanların Muscle Beach’i ile dünyanın en yağlı, en sağlıksız fast food’unun aynı yerden çıkmış olması insana adeta “o may gaş, hav ridikilıs” dedirtiyor.
- Alışveriş, enteresan kıyafetler için hep Melrose Avenue’nun adı telaffuz edilir. Bakın söylüyorum, tam bir zaman kaybı. Ha, yok ben İstanbul’dan 12 bin kilometre uçup “Bir cadde boyunca yayılmış Beyoğlu İş Merkezi ve Terkos Pasajı görmek, ihraç fazlası dükkanı kafası yaşamak istiyorum” diyorsanız, ben onu bilmem.
Tabii Wasteland, American Vintage gibi büyük ikinci el mağazaları, adeta bir Ahu Yağtu hisleriyle ikinci el parçalara sevdalanan modaperver Habitus okurlarını ziyadesiyle tatmin edecektir. Bu arada, dün de belirttiğim üzere, kalabalıklara alışmış insan için afallatıcı bir deneyim. Caddelerde kimse yok, dükkanlarda kimse yok, tek tük insanlar alışverişte... Ne diyeyim, iyi kandırıyorsun dünyayı Hollywood.
- Tasarımcı ürünlerini hesaplı fiyatlara satan Nordstrom Rack, Ross ve Loehmann’s isimli mağazalar bir altın madeni. Ebay’de bile bu kadar sıkı fiyatlar yok, size o kadar söyleyeyim. Şekerci dükkanına düşmüş çocuk kıvamına gelip alışveriş konusunda kendinizi kaybetmeniz olası. Şu noktada Beymen BSSD’yi daha büyük ve sürekli indirimlere davet ediyorum. Bakınız, adamlar yapıyor.
- Rodeo Drive, etrafta turist yoksa sokağa çıkma yasağının olduğunu düşünebileceğiniz kadar boş bir cadde. Ha, “Christian Dior’dan, Cartier’den alışveriş yapmadan şuradan şuraya gitmem” diyorsanız ben onu da bilmem. Alışverişi bırakın, sırf mağazaları gezmek, Rem Koolhaas’ın tasarladığı Prada mağazasını görmek için bile gidilir.
Hem bakarsınız caddede bir moda çekimine rastlar, bir türlü kendini gösteremeyen o meşhur “Hollywood ışıltısı”nı görme imkanı bulursunuz...
Paylaş