Paylaş
Aklını yitirmemek, paranoyak düşüncelere kapılmamak, sevdiklerin için endişelenme seviyesini biraz “sıradan dertlerin olduğu bir ülkede yaşıyormuş gibi” düzeyine çekmek...
Şehir içinde yaşarken, her gün kötü bir habere uyanırken bu elbette çok zor.
İnsanoğlu, belirsizlikle zor başa çıkıyor.
Bir de üstüne can güvenliği riski, geleceğin bulanıklığı, kuruyan toplumsal yaşam gibi konular gelince, kolaylıkla delirme noktasına gelebiliyoruz.
Geçen hafta bu hislerle çıktım tatile.
Tek arzum vardı: Çocukluğuma geri dönmek.
Çocukluk derken, ruh hali elbette...
O dertsizliği, o basit sevinçleri tekrar yaşamak.
Mümkün değil artık tabii öyle geriyi ve ilerisini düşünmeden yaşadığın saf hisler...
Ancak hayatımızı basitleştirdiğimizde o ruh haline yakınlaşmak mümkün oluyor.
Tam olarak bunu yapmaya çalıştım.
Yakın dostumun ailesinin evine, Bodrum’a, onlarla birlikte yaşamaya gittim.
Kendi evimde alışık olduğumdan farklı, başka bir ailenin kendine ait döngüsünün içine girerek düzenimi değiştirdim.
Her gün aynı saatte maaile yenen yemekler, sahilde çakıl taşlarına dünyanın en büyük mucizesini görmüş gibi bakmak, doğayı dinlemek, etraftaki hayvan seslerine kulak kesilmek...
Basit yaşamak, doğal olmayan hiçbir besini vücuda sokmamak...
İnşaat gürültüsü yerine cırcırböceklerinin avaz avaz bağırdığı bir güne uyanmak, çalar saat niyetine horozun sesiyle sabaha gözlerini açmak...
Çocukların tasasızca yuvarlandığı bir yerde, en büyük derdin komşunun çimlerinin sararması olan bir ortam...
Elbette böyle bir ortam insana kısa zaman için de olsa çok iyi geliyor ancak döndüğümüz yer aynı.
Hepimiz için durum böyle.
Kafamızı yorucu hayattan uzaklaştırıyoruz ama bizi bekleyen yer yine burası...
Kaosun tam ortası.
İki kere iki dört: Uzaklaşmak şart.
İnsan belirli ve sağlıksız bir durumun içinde çok uzun süre kaldığında, vaziyeti algılayabilmesi için uzaklaşması gerekiyor.
Yavaş yavaş kazanda kaynayan kurbağa haşlandığını anlamazmış ya, o hesap, hastalıklı bir ortamda, hastalıklı bir şehirde, insan haklarına aykırı koşullarda, adaletsiz ve dengesiz bir ortamda yavaş yavaş pişiyoruz.
Yavaş yavaş kaynarken, yani şehirde yaşarken, ruh halimizin gerçek seviyesini algılamaktan pek uzağız.
Giderek artan gariplikleri, kötü haberleri, hayatta kalabilmek ve delirmeden yaşayabilmek adına tolere etmeyi öğreniyoruz, alışıyoruz, halbuki normal koşullarda herhangi bir insanı bizim yaşadığımız koşullara atın, kaynayan kazana düşmüş kurbağa gibi zıplayıp kaçar, bir daha da dönmez.
Fakat biz öyle usul usul, öyle kısık ateşte kaynıyoruz ki uzun zamandır, kaynayan suda bile yaşamayı öğrenmişiz.
Sonra bir gün gelip de uzaklaşma fırsatı yakaladığımızda, hayatımıza uzaktan bakıyor ve “Vay be. Normalde kabullenemeyeceğim neleri kabullenmişim, tuhaf koşulları nasıl kanıksamışım, normalleştirmişim” diyoruz.
İnsan yaşadığı yerden, ortamdan uzaklaşınca anlıyor hastalığı.
Zira hayatın devam etmemesi için uygun her türlü koşul var.
Ruhumuzun hastalanması için de gerekli her türlü koşul var.
Ama biz ne yapacağız? İnadına yaşayacağız.
Toplumsal hayatı korku salarak bitirmeye çalışanlara, içimizde güzelliğe dair ne varsa kurutmaya çalışanlara inadına yaşayacağız.
Üreteceğiz ve çalışacağız.
Çok çalışacağız.
Acı haber aldığımız günlerde her türlü eller havaya eğlence, diziler, eğlence programları sürerken, derdi eğlence olmayan bir konuya, müziğe saldıranlara, müziği susturmaya çalışanlara da kulak asmayacağız.
Ruhumuzun gıdasını çalanlara, hayatını müzik yaparak kazanan insanların ekmeğiyle oynayanlara müsaade etmeyeceğiz.
Ruhu hastalanmış insanlara dönmemek için, kaynayan suda yaşamaya alışmış kurbağalara dönüşmemek için kendimize, çevremize, ülkemize ne iyi geliyorsa onu yapacağız.
Ancak kendimizi bu şekilde geriye doğru gitmekten kurtarabiliriz...
Paylaş