Çağan Irmak’ın yeni filmi Karanlıktakiler’i izledim evvelki gece. Yamularak eve döndüm.
Ruh hali açısından yani... ınsanı yarattığı ortamın içine sokmayı çok iyi becermiş bu filmde Irmak. Sanki o evde, anne ve oğulla birlikte yaşıyor ve o sıkıntılı atmosferi hissediyorsunuz. Aslında biliyor musunuz, direkt spoiler vermek, detayları, sürprizleri anlatmak, filmin belli bir noktasına kadar “neden acaba” dediğiniz halleri açıklamak istiyorum ama bunu yapmayacağım. Kötü çocuk olmayacağım. Gidip izlemelisiniz. Güzel film çekmiş Irmak. Anne Gülseren rolündeki Meral Çetinkaya’nın fena halde döktürdüğünü söyleyeyim. Oğul Egemen rolündeki Erdem Akakçe de keza öyle... Benim takıldığım nokta, filmin bana hissettirdikleri ve düşündürdükleri. Delirmiş bir anne ile oğlu arasındaki travmatik ilişkiyi izliyorsunuz, bunalıyorsunuz... Adamın haline sıkılıyor, sinirleniyorsunuz ancak sonra öyle bir yer geliyor ki filmde, tüm bu anne-oğul ilişkisini unutarak “Zamanında iyi, doğru ve ahlaklı görünebilmek için hangi kadınlara kıyıldı, o kıyılan kadınlar şimdi ne yapıyor, nasıl hikayeleri vardır acaba” gibi bambaşka bir boyuta geçiyorsunuz. Arkamızdan tu kaka denilmesin, yiğitliğe şokella sürülmesin diye nelerin üstünü örttük, kimlerde kapanmayacak yaralar açtık, kimlerin kolunu kanadını kopardık, işte bunları düşünüyorsunuz... Atmosferi ve travma sebebi hadiseyi izleyiciye çok kuvvetli aktarmayı başarmış Irmak. Ay dayanamayacağım, filmi anlatacağım, o olacak sonunda! Susturun beni
“Deli kadın”a bakışınız değişecek
Benim gibi bir sinema izleyicisi kategorisi var, biliyorum. şöyle: Ruhumu sıkan filmleri izlemekten genelde imtina ederim. Kaçıveresim gelir, nefes alamıyor gibi hissederim, film sıkarsa derhal çantamı, popcornumu alır kaçarım. Ancak o daral film iyiyse ısrarla izler, sonra eve döner dişime mısırın kabuğu kaçtı diye ağlarım. Farz-ı misal, bir kara filmle depresyona girer, romantik komediyle kendimi tedavi ederim, öyle bir saçmalık hali. Artık küçükken çok fazla Kemalettin Tuğcu mu okudum, çok fazla Clementine mi izledim bilmem. (Ya, bir de 1986 mıydı neydi, TRT’de Maelström (Girdap) diye ısveç-ıngiliz ortak yapımı bir gerilim dizisi vardı, hatırlar mısınız, vıyyyy, bak tüylerim diken diken oldu adını bile söyleyince, onu da atlamayayım.) Tabii bir de annem ben küçükken bensiz sinemaya giderse yaygara koparırdım, o da çaresiz tutardı elimden götürürdü... Küçük bir kızken izlediğim Jacob’s Ladder ve Hayvan Mezarlığı gibi filmlerin muhtelif sahnelerinden olsa gerek, şu yaşımda sinema konusunda pek sıkıntıya gelemiyorum galiba... Fakat şunu çok açık ve net bir şekilde söylüyorum, siz de benim gibi “neş’eli film izle ki genç kalasın” konusunda ısrarcıysanız bu film sizi öldürmeyecek, aksine iyi gelecek sevgili sinefil Habitus okuru. ıpuçlarını üst kutumuzda verdiğim toplumsal konu haricinde “deli teyze”lere bakışınızın değişeceğinin de garantisini veririm. Bilmem, belki bir “deli kadın” da sizin mahallenizde vardır ve oğluyla oturuyordur... Yoksa bile, en azından bir zamanlar yaşadığınız mahallede, dede evinin semtinde ya da ne bileyim, sizin yan dairede muhakkak bir deli teyze olmuştur... Karanlıktakiler’i izledikten sonra o teyzeyi düşünüp “acaba neden böyle oldu” diyeceğinize eminim...
Meliha ve saçları
Canım Ailem geri döndü, herkes pek mutlu. Malum, Meliha karakterini de bayıla bayıla izliyoruz ancak ben bir tek “saçlar cuk oturmuş” diyemiyorum bir türlü. Bunu ne zaman söylesem “o bilhassa öyle” diyorlar ama hayır, bu saçta “olmayan” bir şey var. Giderek o meçli saçın daha “genç işi” olmaya meyillendiğini seziyorum. Mesela saçtaki o maşa darbesini görmemeliyim, Meç de tam meç değil, artık iyiden iyiye koyu renk saçların arasına ince ince sarı tutamlar tutturulmuş gibi görünüyor... Saça genel olarak bakınca, “40’lı yaş modeli” filan değil de 80’lerin “glam rock” zamanından kalma bir şeyler görüyorum... Uzaktan, şebnem Bozoklu’yu gayet rahat Whitesnake’den bir eleman sanabilirim... Mesela, o meçler tam meç olsa, birazcık daha kesilse de peruk gibi görünmese... O zaman “cuk” olmaz mı?