Güneş ışığı gibi!

“Türkçeye ‘Aşıklar Şehri’ olarak kazandırılmış, son dönemin en çok konuşulan filmi La La Land’e gidin” ısrarıyla başlamak istiyorum bu yazıya sevgili sinefil Habitus okuru!

Haberin Devamı


Hatta filmle ilgili detaylara boğan eleştirilerden, hangi filmlere gönderme yaptığını, yapamadığını, neresinde eksiği, neresinde fazlası olduğunu anlatanlardan kaçmanızı öneriyorum. Onları sonra okursunuz, hem o zaman daha eğlenceli oluyor.
Şimdi kulaklarınızı kapatınız, filmle ilgili söylenen iyi kötü tüm eleştirileri görmezden gelerek “La la la, duymuyorum seni” oyunu oynayınız, sinemanın kapısından kendinizi içeri atınız.
Mümkünse kalabalık olmayan bir günde, arkanızda yarın yokmuş gibi karş kurş mısır yiyen ve konuşanların olmadığı bir günü tercih ediniz.
Bu filmi izledikten sonra kendinizi iyi hissedeceksiniz!
Sinemadan çıktığınızda yürürken bir anda durduk yere yanınızdakilerle senkronize hareketler yapmak suretiyle dans edip, sonra hiçbir şey olmamış gibi yürümeyi sürdürmek isteyeceksiniz.
Hatta bu his birkaç gün daha sürecek, filmin aydınlık şarkısı “Another Day of Sun” sabah uyandığınızda bile kulağınızda yankılanacak, gün boyu sokakta, ofiste otururken, telefonda konuşurken, bulaşık makinesini boşaltırken yanınızda her kim varsa onunla senkronize hareketler yapmak suretiyle dans etmek isteyeceksiniz.
İyi bir filmin amacı bu değil mi zaten? Sizi atmosferi içinde eritmek... O gün ne yaptığınızı, ne hissettiğinizi, ne düşündüğünüzü unutturmak, başka bir dünyaya 2 saatlik bir gezintiye çıkmanızı sağlamak...
İşte “La La Land”, tam olarak bunu yapıyor.
Peki ne oluyor “La La Land”de?
“Güneş ışığının, dokunduğu her insanı, her objeyi parlattığı Los Angeles’ta geçen bir aşk hikayesi” diyeceğim, fakat kendimi durduruyorum.
Belki de bu bir aşk hikayesi değil.
Kendilerini insanlardan, çevrelerinden, baskılardan uzak tutma becerisini göstererek hedefleri, idealleri peşinde koşan insanların hikayesi.
“Önce ben” diyenlerin hikayesi. Bencillerin değil, kendi becerilerinin farkında olan ve kendisi iyi bir noktaya geldiğinde, çevresini de güzelleştirebileceklerine inananların hikayesi.
Öte yandan bir “Amerikan insanı” hikayesi. Yani, farklı kültürlerin içinden bakılınca, farklı algılanabilecek bir öykü. Bir Amerikalı, bu filmi izleyip “Bireyciliğimizin hikayesi” olarak adlandırabilirken, Türkiye’den bakan bir izleyici “Romantik bir aşk hikayesi” olarak yorumlayabilir.
Sebebi basit: Biz, Amerikan kültüründe yer alan bireyciliğin, “düşse de kendi ayağa kalkmak zorunda olan” bireylerin toplum hayatını şekillendirdiği hayatlara sahip değiliz. Bizimki daha “toplu yaşam” sayılır.
Düşünce seni kaldıran bir aile, akrabalar, bir sosyal/ siyasi grup veya yakın dostlar illa vardır...
Daha sıcak bağlar kurulur, bireyci değil, kolektif yaşamı severiz, aileler sık sık bir araya gelir, hâl hatır işleri öyle “senede bir” değildir, hayatımızda o “sevdiklerimizin sıcaklığı” olmazsa hayati önem taşıyan bir yanımız eksiktir...
“Bizimki daha iyi” veya “Onlarınki daha iyi” demek zor, belki “arada” olanı idealdir...
Filmde anlatılan düzeyde bireycilik söz konusu olduğunda “hayatının aşkını” kaçırabiliyorsun belki de...
Farklı toplum dinamikleri içinden bakıldığında, farklı yorumlanabilen ama nereden bakarsanız bakın insanı aydınlık hislere sürükleyen bir film “La La Land”.
Muhakkak izleyin!

Yazarın Tüm Yazıları