Paylaş
Çoğumuzun ortak hissidir: Bir şehri bu ölçüde çirkinleştirebilmek için çaba gerekir.
Bu kadar çirkin binalar yapmak, dünyada benzeri olmayan bir şehrin en güzel yerlerini derme çatma bir Ortadoğu kasabasına döndürmek...
Nasıl yapmışlardır, nasıl kıymışlardır?
Kim müsaade etmiştir, neden kimse “Dur!” dememiştir? Neden sadece apartmanların “oturulabilir” olması yeterli görülmüştür?
Mimari doku neden umursanmamıştır?
Estetik anlayışının olmadığı, yaşanabilir şehirler yaratmaktan uzak anlayış nasıl en derinlere kadar işlemiştir?
İnsanoğlunun en önemli özelliklerinden biri, adapte olma becerisi.
İnsan güzelliğe de, çirkinliğe de alışıyor, kanıksıyor.
Dünyanın en “insan düşmanı” şehrinde yaşamaya alıştığınız gibi, dünyanın en medeni şehrinde yaşamaya da alışırsınız.
Güzel olan da, çirkin olan da normal sıradan, alelade gelmeye başlar bir süre sonra.
İnsanın “alışma” potansiyelini merak ediyorsanız, birbirine bakan dip dibe apartmanlarda yaşayanların evlerine bakın...
Sımsıkı kapatırlar perdelerini.
Enteresandır, deniz kenarındaki bir apartmanda yaşayan da aynı onun gibi sımsıkı örter camlarını.
Balkonları tozludur, demirleri paslıdır...
Pencereden bakmazlar, baksalar da önündeki cenneti görmezler. Görseler de hissetmezler, hissedemezler...
Kör olmuşlardır, alışmışlardır...
Daracık bir sokakta, insanın ruhunu emen apartmanlara bakıyormuş gibi yaşarlar o cennetin içinde.
Dünyanın en aklı karışık şehirlerinden birinde, konforsuz konfor alanlarımızda mutlu sayarız kendimizi.
Hem en ışıltılı güzellikleri, hem de en rahatsız edici çirkinliği barındırdığı için belki de...
Bir uçtan diğer uca savruluruz.
Belki bundandır: Bir türlü alışmayız, bıkmayız...
Alışmadığımız için, estetik ve düzenden yoksun bir Ortadoğu kasabasından hallice semtlerin içinden geçerken aşk acısı gibi saplanır “yazık etmişler” duygusu.
Çaresizce üzer.
Şehrin müstesna bir semtinde yürürken veya kendine has mimarisini koruyabilmiş yabancı bir şehirde dolaşırken kendi yuvamız için acı çekeriz...
Biz neden bunu yapamadık?
Benim şehrim, benim evim
Manzara tamamen karanlık değil.
Bir yandan görüntü kirliliğiyle bezeli bir şehir dokusu, bir yanda insanın ruhunu okşayan bir güzellik...
Döneminin kendine has özelliklerini yansıtan binalar, vaktiyle devlet eliyle yapılan isabetli projeler (mesela Levent ve Koşuyolu evleri), bize eski ve güzel olan ne varsa onu hatırlatan yapılar, koca bir tarih, şehrin belleğinin silinmediği mekanlar...
İstanbul Modern, VitrA ve Türk Serbest Mimarlar Derneği’nin işbirliğiyle gerçekleştirdiği VitrA Çağdaş Mimarlık Dizisi’nin “Geç olmadan eve dön” sergisinde hayatım boyunca şehrimin sokaklarında gezerken kafamı kurcalayan soruların yanıtlarını buldum.
19. yüzyıldan bugüne kadar “ev” kavramının Türkiye’deki serüvenine tanıklık ediyorsunuz bu sergide.
Osmanlı’dan bugüne konut ihtiyaçları nasıl değişti?
Bugün başımızı döndüren 20. yüzyıl başı apartmanlarının hikayeleri neler? Cumhuriyet modern kentinin planlaması nasıl gerçekleşti?
Raimando D’Aronco’dan Sedad Hakkı Eldem’e İstanbul’a karakterini vermiş isimler...
Erken Cumhuriyet döneminde özgün apartman örnekleri...
1950’leri modernizmi, “kira apartmanları” dönemi, 40’lardan 60’lara Anadolu yakasında yapılan evler...
Lojmanlar, yazlık evler, ikramiye evleri, kooperatifler, yalılar, konaklar, prestij konutları, gecekondular, rezidanslar, kapalı siteler, uydu kentler, “yap-sat”çılık, kentsel dönüşüm, gayrimenkul yatırım ortaklıkları, rant, kentsel büyüme ve ayrışma...
Başta İstanbul olmak üzere, Türkiye’deki büyük şehirlerle ilgili aklınızı kurcalayan, “Neden böyle?” dedirten tüm soruların cevapları burada.
Sergi 26 Haziran’a kadar sürüyor. Mutlaka görmelisiniz.
İyi hafta sonları!
Paylaş