Paylaş
Bir süredir pek çoğumuzun sahip olduğu his: Arafta olmak.
Yaşadığın yerin sınırlayıcı koşullarına bu kadar hızlı adapte olmak garip değil mi?
Daha özgürlükçü, daha barışçıl; daha iyi koşullar, herkese iyi yaşam sunan bir çevrede yaşayamayacağımızı, ancak kendi küçük dünyalarımızı arzu ettiğimiz biçimde tasarlayabileceğimizi kabullenmiş gibiyiz.
Ülkenin bir tarafında neredeyse iç savaş varken, batısında tarif edilemeyecek bir sessizlik.
Bir tarafta acı, bir tarafta sanki ameliyattan önce uyuşturucu iğne yapılmış gibi bir umursamazlık, neşe hali.
Son derece baskıcı koşullar içindeyken, sanki dünyanın en özgür ülkesindeymişçesine iş yapmaya çalışmak...
İşte bunlar, insanı fikren ve ruhen, hatta bedenen yoran konular.
Ve hayatımızın tam ortasında durmaktalar.
“Büyük resmi değiştiremeyeceğiz” kabullenişi öyle hızlı, öyle büyük dalgalarla gerçekleşti ki, herkes kabuğuna çekilmiş durumda.
“Kabuk”, ev değil elbette. Herkesin kendi evi, işi, ailesi, arkadaş ve çevresinden oluşan alan demek “kabuk”.
Artık o alanın duvarları eskiye nazaran daha yüksek, dışarıda yaşanan karmaşayı uzakta tutmak için...
Bunun sonucu da açık ve çok acı: Umursamazlık.
İşte pek çok insan bu alanın, bu kabuğun içinde, tamamen dış dünyaya kapattıkları küçük dünyalarında küçük mutluluklar yaratma peşinde.
Yanlış değil bu elbette, hayatı yaşamaya değer kılmak için insani çabalar.
Madem “dışarısı” değişmiyor, en azından “içerisi” huzurlu, mutlu, sevgi dolu ve insancıl olsun, öyle değil mi?
En azından evimizin kapısını kapattığımızda, sokaktaki tüm o kaosu unutmak istiyoruz.
Yakın çevremizle, ailemizle, arkadaşlarımızla yumuşak, tatlı, yormayan ilişkiler kuralım istiyoruz.
İşimizde huzurlu olalım istiyoruz...
Zaten Türkiye insanı yeterince yoruyor, en azından kendi “iç ilişkilerimizde” yorulmak istemiyoruz.
Sakin sularda yelkenlimizle yavaş yavaş ilerlemeye ihtiyaç duyuyoruz.
Arkadaş ve ilişkiler çemberinde bizi yoracak, oyun oynayacak, bol keseden sallayacak, sağ gösterip sol vuracak insanlarla vakit kaybetmek istemiyoruz.
Algı yönetimi ile gerçek ne varsa tam tersinin “gerçek” olarak sunulduğu bir ülkede, bari kendi küçük hayatlarımızdaki her unsur gerçek olsun istiyoruz. Ayaklarımızın yere sağlam bastığını hissedebildiğimiz, gerçek bir dünya yaratmak istiyoruz.
Tabii bu koşullarda gerçek bir dünya yaratmak zor.
Etrafın, ülken karmakarışıkken, kendi iç dünyanda nasıl huzur bulacaksın?
Nasıl mutluluklar yaratacak, nasıl etrafına faydalı olacaksın?
Etrafımızdaki, ülkemizdeki hiçbir şeyin değişmeyeceğine gönülden inanırsak bu soruların cevapları yok. Var ama hepsi olumsuz.
Fakat ne zaman “araf” hissine düşsek, evrendeki değişmeyen tek prensibin “değişim” olduğunu düşünmek gerekir.
Bu dünya kimseye kalmıyor. Herkes, her şey gelip geçici.
Biz, çevremiz, ülkemiz, dünya, doğa, evren...
Hepsi “değişim” üzerine kurulu.
Büyük değişimlerin küçük adımlarla başladığını da biliyoruz.
Minicik bir adımın, pek çok insanın hayatını değiştirecek sonuçlara yol açtığını biliyoruz...
Hal böyleyken bu derin umutsuzluk, bu kabullenmişlik, bu “artık hiçbir şeyi umursamıyorum”culuk neden?
Paylaş