Paylaş
“Ben şu dünyada ne işe yarıyorum ki?” diye kendine sorup, yanıtını bulamayıp, acı çekmeye başlıyorsun.
Çok acayip bir acı üstelik, gören de biri öldü sanır.
Biri ölmüş veya çaresiz bir hastalığa yakalanmış gibi kendini kahrediyor, yatakta yuvarlanarak ağlıyor ve sana “N’oldu” diye soranlara net bir cevap veremiyorsun.
“Eee şey, hayat... Yani ben ne işe yarıyorum ki şu hayatta? Ne iş yaparım ki ben? Neye yararım?” diye kem küm ediyor, ancak karşındakinin acını anlayabileceği kelimeleri sıralayamıyorsun.
“Genç”sin işte, doğru kelimeleri bulup sıralayamamak ya da yanlış kelimeleri en yanlış zamanda söylemek doğanda var.
Kendini ifade edemiyor ve acı çekmeyi sürdürüyorsun. Üstelik kendini ifade edemediğinde acın katlanır ya...
Çektiğin acı, bir de kendini anlatamadığın için daha da şahlanmış, seni yataklarda yuvarlanırken görenler, ağlayıp sızlanmana bakıp hakikaten biri öldü sanacak.
Sonra yıllar geçiyor, ilk gençlik yıllarının acemiliğinden az biraz kurtuluyorsun.
En azından yolunu kaybetmiş gibi hissettiğinde oturduğun yerde acı çekmek yerine bir şeyler yapman gerektiğini biliyorsun.
İnsanoğlu tuhaf tabii, hayatının her döneminde “birisi ölmüş gibi acı çekmek” konusunda uzman.
“O onu dedi, bu bunu dedi”lere, birisinin söylediği bir söze; eğer üzülecek bir şey yoksa da kendi kendine bir dert uydurup üzülmeyi şahane becerir.
Açgözlü ve doyumsuz olduğu için hep en iyisini, en mükemmelini arar.
Elindeki yetmez. Daha güzelini, daha iyisini, daha fazlasını ister. Alamayınca da üzülür.
Hoş, alınca da üzülür. Onu mutlu eden bir konuyu hızla sıradanlaştırır, varlığını hızla kanıksar. Mutsuzluk hep kapıdadır.
Hep tetikte bekler, insana “daha fazlasını istemelisin, yoksa çok mutsuz olacaksın” dedirtir.
Sahi ya, bulunduğumuz yerde mutlu olamıyoruz, batıyor resmen. İlla üzülmeli, kalp sızısı çekmeliyiz ki yaşadığımızı anlayalım.
Amaaaa....
Sonra ne oluyor biliyor musunuz?
Sonra bir gün kendi kendimize uydurduğumuz bir dert değil, “O onu dedi bu bunu dedi” değil, gerçek bir dert çıkıyor karşımıza.
Bir hastalık...
Ne bileyim, -Allah vermesin ama veriyor zaman zaman- ölüm.
Bir kayıp, bir acı, gerçek bir acı.
Kendi kendimize üzüntü yaratmaya o kadar alışmışız ki, bir süre kalıveriyoruz olduğumuz yerde.
Bir şey hissetmiyoruz.
Uyduruk acılara kahrolmayı biliyoruz ancak, gerçeği geldiğinde ne yapacağımızı değil.
Galiba bir süre bir şey hissedemiyoruz.
Üzüntünün gerçekliğine uyandığımızda ise hep tek cümle çıkıyor ağzımızdan:
“Eskiden iyiymiş ya, boşu boşuna nelere üzmüşüm kendimi...”
Hani bazen sağda solda okuruz ya “Bir insan ömrünün ortalama 7 yılını telefonda konuşmaya, 18 yılını araba kullanmaya ayırır” diye “enteresan” bilgiler...
Acaba hayatımızın kaç senesini boşu boşuna üzülmeye, önemsiz dertler için kendimizi kahretmeye, geri dönüşü olmayan konular için acı çekmeye harcıyoruz?
İnsan hakikaten merak ediyor
Bir doğa harikası olarak değerlendirilebilecek neresi varsa imara açılıyor malumunuz.
İnsan merak ediyor, acaba ilgili bakanlar, yöneticiler toplanıp bu “haydi imara açalım” toplantılarında ne konuşuyorlar?
Mesela “Datça’da Bozburun diye nefis bir var. Denizse deniz, temiz havaysa temiz hava, yeşilse yeşil...
Burasının böyle kalması yazıktır, günahtır.
Derhal imara açmalı, keltoş, çirkin binalar dikmeli, ağaçları katletmeli, üzerine de sos olarak bokumuzu denize akıtmalıyız” filan mı diyorsunuz sayın büyüklerim?
Allah aşkına, bir gün bizi de alın o toplantılara, gerçekten konuştuklarınızı çok merak ediyoruz.
Sevgiler.
Paylaş