Sadece “Ee, kaç oldun şimdi” sorusuna cevap olarak “Ay 30’a bir şey kalmamış” cümlesini dinlediğimiz bir yaş değilmiş aslında.
Meğer birbirimizin boynuna otrişler dolamamız, şampanyalar patlatmamız, adeta çılgın partilerle kutlamamız gereken bir yaşmış! The Times gazetesinin arşivini karıştırırken bir makaleye rastlamıştım. Tabii algıda seçicilik meselesi, 29 değilken pek mühim gelmemişti orada yazılanlar. Geçen gün açtım, tekrar okudum.
Diyor ki, “29, hayatınızın ilk büyük ve orijinal fikir yaşıdır. Bakın kimleri vermişler örnek olarak:
Freddie Mercury, Bohemian Rhapsody’i 29 yaşında yazmış... Quentin Tarantino, Rezervuar Köpekleri’ni aynı yaşta yazmış ve yönetmiş...Stella McCartney, Gucci için ilk koleksiyonunu hazırladığında daha 30 değilmiş... Body Shop’un yaratıcısı Anita Roddick, trend yaratan fikirlerini 20’li yaşlarının sonlarında perakendecilik için formüle etmeye başlamış... Alexander Graham Bell, telefonu bu yaşta icat etmiş...
Fakat onun bu icat yaşı, onun yaşadığı zamana göre pek geçmiş! Şöyle 23 yaşında filan keşfetseymiş, o çağın koşullarının “ilk ve büyük orijinal fikir” yaşını karşılarmış.
Niye mi? Çünkü o zamanın koşullarında, son derece sınırlı bilgiler ışığında bir icat noktasına gelebilmek daha kolay. Dolayısıyla henüz keşfedilmemiş olanı bulmanın yaşı 20’lerin başına denk düşüyor.
Fakat bugün, bir alanda yenilik yaratmak için yüzyılların birikimini ve gelinen son noktaya kadar kat edilmiş yolu yürümek lazım. Bir araştırma sonucu, şu anda içinde bulunduğumuz çağ için “keşif yaşının” 29 yaş olduğu bulunmuş. Araştırmayı Amerikan Ulusal Ekonomik Araştırmalar Bürosu yapmış.
Bizden birileri de keşke “Kadınların yaşla derdi nedir?” araştırmasını yapsa.
Biliyorsunuz, kadınlar yaşlarını saklamak için harcadıkları enerjiyle koca bir elektrik santralini çalıştırabilir!
Bi’garip doğum günü
Çok isterdim şöyle küçük bir “kaçamak” yapmış olayım, sizlere Guatemala’dan, Mauritius’tan filan bildireyim, oraları anlatayım, fakat ne mümkün. Bırakın Mauritius’u, başıma koni şapka geçirip früüfff diye ağzımdaki zımbırtıyı üfleyeceğim bir partide bile eğlenemedim! Çünkü çalışıyordum. Hem de hafta sonu. Ha, isterseniz size ıkitelli ve Güneşli civarını anlatabilirim.
Üstelik her koşulda peşimi bırakmayan aksilikler zinciri de görev başındaydı.
Öyle bir zincir ki bu, bir günüm boş geçmez.
Yolda yürürüken başıma basket topu iner. Karlı yolda, derinlere gizlenmiş muz kabuğuna basıp düşerim.
Kahkaha atarken ağzıma sinek girer. (saymadım kaç kez)
Böyle bir profil çiziyorum günlük hayatta.
Neyse efendim, babam da benden bir gün ve 47 yıl önce doğmuş. Aile yemeği olayına girelim dedik, fakat eve varmak ne mümkün? Biniyorum arabaya, lastik patlamış. Lastikçimin Bodrum’a gideceği tutmuş! Cant üstünde gittiğim için lastik yarılmış. Tabii bunun farkında değilim.
Tam iki saat ucundan bir meltem esintisi üfleyen fakat en az bir taramalı tüfek kadar ses çıkaran otomatik pompam ile lastiği şişirmeye çalışıyorum.
Sonunda pes ediyorum ve artık Emrah kavisi almış kaşlarımla etrafıma yardım arar gözlerle bakıyorum. Yol kenarında çaresizce beklerken halden anlayan birileri çıkıyor. El birliğiyle değiştiriyoruz lastiği. El birliği derken, benim elimin hadiseye tek katkısı, yeni lastiği yuvarlamak oluyor.
Dört saatlik bir lastik maratonundan sonra öğle saatlerinde işe varıyorum. Üstüne bir de arabayı park ederken gümm diye duvara toslamayayım mı?
Sinirden oturduğum yerde ağlıyorum burnumu çeke çeke. (Allah başka dert vermesin, o ayrı, tamam da doğum günümdü bugün ya! Doğum günü! Hani kişisel şımarıklık günüydü?) Neyse, oto-lastik temalı doğum gününden ofis temalı doğum gününe geçiyoruz. Dergiden arkadaşlarım sağ olsunlar, “ıyi ki doooğdun” sesleriyle yanar döner bir pasta getiriyorlar da rahatlıyorum. Bugünün “gönlümce şımaracağım yegane gün” olduğunu hatırlıyorum. Yarım saatlik kompakt partimizden sonra gerçek hayata geri dönüyoruz.
Gece eve vardığımda parti yorgunuymuşum numarası yaparak uyuyorum.
Evet, cumartesi itibariyle 20’li yaşlarımın son yılına girmiş bulunuyorum.