Paylaş
Duyguların yüklerini taşır, sevenleri birbirine yaklaştırırdı mektuplar. Günümüzde ise çok şey hatta duyguları bile yük oluyorken çoğu insana… Şimdi posta kutumuzda mektup hatta posta kutumuz bile yokken ben de kalkmış ne diyorum. Açıp bakın bi, mektup olmasa da şimdi posta kutunuzda bir mızıka var!
Biz mektuplarımızı posta kutularına (e-posta – inbox a değil gerçek kutulara) atamıyoruz ama birileri zaman zaman havai fişekler atıyor, lacivert gökyüzünü ışıl ışıl renklendiren cümbüşe tanık olduğumuz.
Mektuplar da böyleydi ve böyledir işte.
İçimizdeki sağanakları, karmaşık halleri, çözülmez düğümleri, hüzünleri, vazgeçilmezliği, çaresizliği, ikilemleri duygu cümbüşleri olarak karşımızdakine ulaştırır, anlatır.
Ama ne anlatmak…
Anlatmakla kalmaz, gözünde dans ederken cümleler, o halleri canlıymışcasına yaşatır mektubu okuyana.
Ama en çok da sevgiyi…
Hani çaba, emek, tohum, çapa isteyen…
Simitlerin susamlarını, balıkların pullarını, dolmakalemlerin uçlarını parlatan, yemeklere lezzet, kalplere güzellik katan sevgiyi…
Gerçek sevgilerin, bu uğurda verilen emeklerin, inceliklerin, değerlerin kalmadığı, insanların ego ve hırs savaşları yüzünden birbirini dikkate almadığı, neden ve nasıl bu noktaya gelindiğini düşünedurayım tam bu sırada bir mızıka getiriyor Çiğdem (Işeri) ‘bir teşekkür de buradan Çiğdem) bana.
‘Al bu mızıkayı, seveceksin’ diyor.
Bana iyi geleceğini hissetmiş gibi, kalbimin üstünde tutuyorum bir iki dakika kadar.
Sonra eve vardığımda hemen o gece başlıyorum mızıkayı çalmaya.
Ruhuma yayılan, hayatı anlatan ezgiler…
Bakmanın değil gerçekten görmenin, sevgi, özlem, acı gibi duyguları kalpten hissetmenin, seçmenin, elemenin, çerçevelemenin, farkına varmanın, gereken yerlerde sınırları aşmanın, bazı konularda yarımın bütünden çok olduğunu, bazen sessizliğin çok şey anlattığını, ruha haykırıyor usulca.
Ve bunu sıradan bir şekilde değil de, derinliğin sınırlarını aşarak, yer yer içine çekerek, kendini bulmasına, hayata dahil olmasına ve bir şeylerin farkına varmasına fırsat veriyor insanın.
Bu sayede notaları bir araya getirip ortaya çıkan ezgileri; sembollerin ve çağrışımların büyülü dünyasında incelik ve derinlikle yoğurduğu gerçekleri, hisleri güzel bir şarkıya dönüştürerek eşlik etmelerini de sağlıyor, mızıka.
Posta kutusundaki mızıka!
Bu mızıkayı çalan kim derseniz…
Aynı zamanda onbeş yıldır yazarlık eğitimi veren, şair - yazar Ali Ural.
Denemeleri, şiirleri, öyküleri var.
O ki;
Şiir dilinin büyüsüyle anlattıklarının; yazılarının ritmiyle, nasıl sese, nasıl müziğe dönüştüğüne de tanık oluyorsunuz.
Yazılarında önce bir şaşırtan…
Cümleleriyle adeta resimler çizen…
Düşündüren…
Okuyanın ruhundan kavrayıp, anlattığı konuların içine çeken…
Sonra ortadan kaybolarak yarım bıraktığı resmi sizin tamamlamanızı bekleyen…
Gülümseten…
Zaman zaman ters köşe yapan…
Üslubu şimdiye kadar okuduğum yazarlardan çok farklı.
Gerek denemelerinde gerek romanlarında; çizdiği resmi yarım bırakarak ortadan kayboluyor.
Cümleleriyle çizdiği resmin takip edilmesiyle yetinmeyerek okuru da dahil ediyor kendinin ve hayatın renkli dünyasına.
Başladığı resmi, okurun tamamlamasını istiyor.
Yazdıkları, anlattıkları…
Görsel ve edebiyat şöleni…
Descartes’in Batı rasyonalizmin kurucu elementi olan ‘Düşünüyorum, öyleyse varım!’ sözünü bu kez Ali Ural’ın yazdıklarını okuduğumda ‘Okuyorum, öyleyse yaşıyorum’ diyerek…
Önce ruhu silkeleyip, sonra da sıkı sıkı kavrayıp, yazdıklarına ve hayata dahil ettiği için.
İyi bir yazarın eserlerini okuduğumda ‘Ben yazı yazmıyorum. Yazar değilim’ diyorum. Bu kez, Ali Ural’ı okuduğumda da öyle oldu, bu cümleleri fısıldadı ruhum kalbime ve kendime.
Kuş sesleriyle uyanmak dediğimizde cıvıl cıvıl kuş sesleri belirir kulağımızda değil mi? Bunun bir karga sesi olabileceği hiç mi hiç aklımıza gelmez mesela. Karganın ötmediğinden değil güzel ötüşten bir mahrum kaldığı gerçeğinin, biz insanların, türünün özelliklerini taşıyıp taşımadığımıza bağlayan bir bakış açısıyla yaklaşan bir yazarla karşılaşmış mıydınız hiç?
“… Bu sabah kuş sesleriyle uyandım. Ne güzel değil mi? Hayır, güzel değil! Açık penceremden ok gibi dalıp yastığıma saplanan karga sesleriydi. Kuş sesleri dediğimde aklına asla karganın gelmediğini biliyorum. Bu, karganın bir kuş türü olduğunu bilmeyişinden değil, karganın türünün en önemli özelliği olan güzel bir ötüşten mahrum oluşundan elbette. Yüzümü yıkarken, acaba diyordum; acaba türümüzün en önemli özelliklerini taşıyor muyuz? Hareketlerimiz ve sözlerimiz nerelere saplanıyor? Acaba ‘İnsan’ denince hatırlanmıyor muyuz?’ diye düşündüren biri Ali Ural.
Yeni bitirdiğim ‘Posta Kutusundaki Mızıka’dan sonra şimdi sırada, Şule Yayınları’ndan çıkan, diğer deneme kitabı olan ‘Makyaj Yapan Ölüler’ ve şiir kitabı ‘Körün Parmak Uçları’ adlı şiir kitabı okunmak için başucumda bekliyor.
Hayat maçında birlikte oynamanın değil son dakika golünün önemli sanıldığı, marifetle iltifatın küs olduğu, ayaklarımızın üstünde durmanın değil duvara çekiçle çakılmanın hüner sayıldığı, at, fil, vezir ve piyonları hesaba katmadan şaha kul köle olunduğu, teknolojinin başa oturtulduğu, sevmek - özlemek gibi insani duyguların unutulduğu, insanların birbirlerinin gözlerini oyduğu günümüzde, ‘Posta Kutusundaki Mızıka’ ince ve derin nağmelerle, usuldan dokunduğu ruha ve kalbe o kadar iyi geliyor ki…
Kitabı okuduktan sonra…
‘Ali Ural’ı iyi ki tanımışım, iyi ki okumuşum’ dememin paralelinde, değer bilen sevdiğinin kalbinde ve hayatın içinde böyle güzel nağmeler sunan, sevgimiz, davranışlarımız özümüz ve sözümüzün ahenkli tınılarını çalan bir mızıka olası geliyor insanın!
Bu kez posta kutusunda değil de;
Ruhun dünyasındaki büyülü gülümseme ve insanı insan yapan duyguların ezgilerinden oluşan en güzel hayat şarkılarını çalan kalp kutusundaki sevgi mızıkası…
Anlayanların ve hissedenlerin içinde, ince, güzel ve özel tınılarla yaşayabilmek ve karşısındakine de yaşatabilmek için!
Paylaş