Paylaş
Diyorum.
Ne zaman mı?
İşim konusunda gerekli özeni gösterdiğim, yazdığım her yazıda, yaptığım her röportajda bir öncekileri aşarak, tekrara düşmeyen işlere imza attığım halde, gereğinden fazla kişiye ulaşmadığında…
Yapmak istediğim bir dolu proje varken, bunları gerçekleştirmek için birçok şartı sağlamış ama yerine oturacak bir tek taş kalmışsa ve çabalara rağmen o taş bulunamadığında…
Her konuda sade, net, dobra ve samimi bir duruşla yaşama devam ederken, yoluma çomak sokanlarla karşılaştığımda…
Birçok şeyden üstün yerde tuttuğum değerlerimin üstüne basıldığında…
İnsanları tanıdığımda…
Daha doğrusu gerçek yüzlerini gördüğümde…
Karşımdakiler anlatmak istediğim şeyleri anlamadıklarında…
Kendi işlerine geldiği gibi yorumladıklarında…
E, boşuna dememiş Mevlana ‘Sen ne söylersen söyle, söylediğin karşındakinin anladığı kadardır’ diye.
Anlatmak istediğiniz konular ya da yaptıklarınız netse ve karşınızdakiler bunun yerine zıt ya da alakasız bir şekilde algılıyorsa…
‘Bir dakika ya n’oluyor, hayattaki duruşum, misyonum anlaşılmıyor mu, boşa mı kürek çekiyorum’ diyorum.
Arada kalıyorum.
Ara ara.
İşte…
Arkadaşlıklarda…
Aşkta…
Kararlarda…
Hayatta…
Ah işte, bu arada kalmalar…
Sınırda kalmalara dönüşünce…
İşte o zaman kopuyor hayat.
Ve yaşam halkaları…
Yine böyle arada kaldığım zamanların birinde, hayatla sahne arasındaki koltuğa kurulduğumda, arada kalma hikayesiyle karşılaşacağımı nerden bilebilirdim ki.
Bu hikayedeki arada kalışlar, Bulgaristan’dan göç eden bir ailenin ülke sınırını geçememesiyle başlıyor.
O sınırda kalış, başına bir kayanın düşmesiyle, izleyenlere fark ettiriyor hayattaki birçok şeyi.
Türkiye Kayası’yla…
Sınırı geçmek için mücadele verirlerken hayata dair birçok şeyi de gözlerimizin önüne ve de kalplerimizin sınırına koyuyorlar.
Kimler mi?
Üç yıl önce Romeo Juliet’te izlediğim, bu oyunda da usta oyunculuğunu konuştururken güldüren Hikmet Körmükçü, yıllarca dublaj yönetmenliği yaptıktan sonra bu oyunda düşündüren, anlattıkları kadar başarılı muhacir şivesiyle dikkatleri çeken Nevzat Çankara, bu sezon Türkiye Kayası, Çığ ve bir çocuk oyununda da sahne alan, öncesinde Romeo Juliet’te yönetmen yardımcılığı yapan, yazdığı birkaç oyunu Şehir Tiyatroları’nın repertuvarına alınan, bu oyunda da ibretlik öyküsüyle değerleri ve gerçekleri sunarken özellikle de iki sahnede izleyenleri duygulandıran Sevtap Çapan…
O iki sahne ki…
Biri Sevtap’ın, canlandırdığı karakterin intihar ederken bileğini kestiği…
Diğeri de…
Babasıyla konuşup (Nevzat Çankara) birlikte ninni söylediği sahne…
Hani çoğu baba, o veya bu sebeple çocuklarına sevgisini çok göstermez, gösteremez ya, bunu düşününce, bu oyunu izleyen birçok insan, babasıyla kendini görmüştür bu sahnede diye düşünmeden edemiyorum.
Avrupa’ya gitme hayaliyle pasaport mühürlemekten öte gidemeyen sınırdaki gümrük görevlisini canlandıran Kubilay Penbeklioğlu, ailenin maskotu olan evin Güneş’i Selim Can Yalçın ve Bulgaristan’dan aşık olduğu kız için Türkiye’ye kaçak gelen Bulgar genci Hakan Yavaş oynuyor.
Konusu kadar, yazarı Fehime Seven’in bu kadar genç yaşta (19 yaşında) konuşturduğu başarılı kalemi de dikkatleri çekiyor.
Şükrü Türen’in yönetmenliğini yaptığı oyun, Mayıs ayında Frankfurt başta olmak üzere Avrupa Turnesi’ne çıkacak; bu tür yaşam hikayelerine daha da aşina olan, oradaki göçmenlerimize de ulaşmak için.
Türkiye Kayası’nda dram da var, komedi de…
Oyunun sonunda başınıza bir hayat kayası düşüyor.
Ve…
Birçok insan gibi gözlerim dolu bir şekilde salondan ayrılırken, anımsadığım, oyunu izlerken bazı sahnelerde ağlarken bir sonraki sahnede güldüğüm…
Tıpkı hayat gibi…
Kimi zaman güldürüp kimi zaman ağlatarak…
Bazen muma çevirip, bazen bulutlara uçurarak, adam etmiyor mu bizi?
Duygulara, kuytulara, sınıra dokunarak!
Paylaş