Lezzetli yemekler yedim, hüzünlü fadolar dinledim. Denizler hakimi Portekiz’in geçmişini ne kadar özlediğine şahit oldum.
THY’nin Lizbon uçağına bindiğimde, dört saatlik uçuşta nasıl oyalanacağımın hesabını yapıyordum. Avrupa’ya doğru yapılan en uzun uçuşlardan biriydi bu. Yerime oturduktan sonra hostesten bir bardak şarap istedim. Gazeteleri didik didik ettim. Sonra Portekizli ünlü yazar Jose Saramago’nun "İsa’ya Göre İncil" adlı kitabını okumaya koyuldum. Kitapta Lizbon’la ilgili bir ipucu bulamayacağımı biliyordum ama, Portekiz’de, bu ülkenin çocuğu bir yazarın okunmasının daha keyif verici olacağına inanıyordum.
İkinci bardak şarabın verdiği rehavetle bir süre sonra gözlerimi kapatıp, üstünden geçtiğim İtalya’yı, Akdeniz’i, Sardunya Adası’nı, İspanya’yı düşünmeye çalıştım. Nerede uykuya daldığımı hatırlayamadım ama gözlerimi açtığımda pencereden Lizbon’u, Atlas Okyanusu’yla kucaklaşan Tajo Irmağı’nı ve kenti koruması altına almış olan İsa heykelini gördüm.
Bindiğim taksinin yaşlı şoförü yola çıkar çıkmaz nereden geldiğimi sordu. "İstanbul" dedim ama pek ilgilenmedi. Onun isteği, bir şekilde lafa başlamaktı. Önce, Portekiz’in denizler hakimi soylu bir ulus olduğunu söyledi. Sonra Bartolomeu Dias’tan bahsetti. Afrika’nın en güneyindeki Ümit Burnu’nu ilk kez gemiyle dolaşan bu cesur gemiciyi tanıyıp tanımadığımı sordu.
Yanıtımı beklemeden Hindistan’ı bulan Vasco da Gama’nın da Portekizli olduğunu belirtti. Sonra diğer kaşiflerden bahsetti. Yaşlı şoför, benimle konuşmuyor, ülkesinin sanını Avrupa’ya ve bütün dünyaya haykırıyordu sanki. Beni kalacağım Hotel Mundial’ın önünde indirirken, "Bütün okyanuslarda Portekizli cesur denizcilerin ruhlarının dolaştığını sakın aklından çıkarma" dedi ve mutlu bir şekilde uzaklaştı.
DEĞİŞEN LİZBON
Bu Portekiz’e ikinci gelişimdi. Birincisinde Avrupa kıtasının bittiği en batı uçtaki Cascais’teki sarp kayalıklarda balık tutmuş, Lizbon’da salaş bir lokantada sardalye ızgara yiyip dönmüştüm. O zamanlar (10 yıl önce) Portekiz, Avrupa’nın fakir ülkelerinden biriydi. Hotel Mundial’ın en üst katındaki odamın penceresinden görünenler ise ülkenin refaha doğru epey yol aldığını gösteriyordu.
Otelimin önünden geçen koca cadde, Baixa semtine doğru gidiyordu. Aslında bütün caddeler ya bu semtteki meydanlara ya da ırmağın kıyısındaki Praça do Comercio’ya açılıyordu. Baixa, 1755 depreminden sonra yeniden yapıldığı için cetvelle çizilmiş gibi dümdüz caddeleri, meydanları çevreleyen sarı badanalı, ferforje süslü balkonlu koca binalarıyla pek Lizbon’a benzemiyordu. Her meydanda bir heykel yükseliyordu. Bunların kimi ünlü bir káşif, kral veya bir kahramandı. Ama hiçbirinde, başlarına pisleyen güvercinlere bile söz geçirecek hal kalmamıştı.
Baixa’nın en büyük meydanlarından biri Rossio’da bütün Portekiz’i görmek mümkündü. Dilenciler, kestane kebapçılar, işsizler, ayakkabı boyacıları, boş boş gezenler, turistler... Eski Portekiz sömürgelerinden gelmiş zenciler ise üçerli, beşerli gruplar halinde toplanmış, çaresizliklerine çözüm üretmeye çalışıyorlardı sanki. Bir süre ben de Rossio Meydanı’nın figüranları arasında yer aldıktan sonra, trafiğe kapalı bir caddeye sapıp, Noel’in renkli dünyasını izleyerek meydandaki hüznü ve çaresizliği unutmaya çalıştım.
PESSOA’NIN KAHVESİNDE
Lizbon da, tıpkı İstanbul gibi tam yedi tepenin üstüne kurulmuştu. Onun için kenti keşfetmek biraz yoruyordu insanı. Merdivenler, yokuşlar, yine merdivenler. Arada bir, vitrin seyretme bahanesiyle durup, soluklanmak zorunda kalıyordum. Çok üşendiğimde tepelere çıkmak için ya tramvaya ya da Paris’teki kulesiyle ünlü Fransız mimar Gustave Eiffel’in demirlerden yaptığı gotik görünümlü asansöre biniyordum.
Asansörün çıkışındaki yollardan biri beni, ünlü şair Fernando Pessoa’nın Chiado semtindeki kahvesine götürdü. "A Brasileira Do Chiado" adlı kahvede Pessoa, başında fötr şapkasıyla bir masada oturuyordu. Heykelin yanındaki boş iskemleye de ben oturdum. Tunç heykele sanki canlıymış gibi selam verdim. Hangi dizelerini bu kahvede yazmıştı diye düşündüm. Sonra en sevdiğim şiirlerinden biri, "Yola Çıkmak! Yitirmek Ülkeleri!" aklıma geldi birden. "Yola çıkmak! Yitirmek ülkeleri! / Bir başkası olmak süresiz, / Yalnız görmek için yaşamaktır / Köksüz bir ruh olmak! / Kimseye ait olmamak, kendime bile! / Durmadan gitmek, sonu olmayan / Bir yokluğun peşinde / Ve ona ulaşma isteği içinde! Böyle yola çıkmaktır yolculuk. / Ama ben açık bir yol düşünden öte, / Bir şeye gerek duymuyorum yolculuğumda. / Gerisi sadece gök ve toprak..." (Çev: Cevat Çapan)
Şairle yaptığım sessiz sohbet sırasında iki espresso içtim. Böylesine lezzetli bir kahveyi daha önce hiç içmemiştim. Onun için Lizbon gezim sırasında, bu kahveye birkaç kez daha gelip, hem Pessoa ile selamlaştım hem de kahvenin muhteşem tadını damağıma tekrar tekrar sıvazladım. Tabii kahvenin hemen karşısındaki meydanda heykeli bulunan, ülkenin diğer önemli şairi Antonio Ribeiro’ya da saygılarımı sunmayı ihmal etmedim.
ASIRLIK DAR SOKAKLAR
Lizbon’da en sevdiğim semtlerden biri de, Baixa’ya tepeden bakan ve tarihi 16. yüzyıla dayanan Bairro Alto oldu. Buranın kaldırım taşlarıyla kaplı sokakları, iki insanın kol kola yürümekte zorlanacağı kadar dardı. Evlerin çoğu eskiydi. Seramik kaplamaları dökülmüş duvarlara yazılar yazılmıştı. Balkonlarda rengarenk çamaşırlar, okyanustan gelen rüzgarla oynaşıyordu. Her evin altında küçük bir işyeri vardı. Bunlar ya bir bakkal, ya bir butik, hediyelik eşya satan dükkan, kahve, bar, Fado kulübü veya 3-5 masalı küçük bir lokantaydı. Aslında kentin en önemli lokantaları buradaydı. Onun için çoğu akşamlarımı, bu semtin daracık sokaklarında adres aramakla geçirdim.
Baixa’ya yukarıdan bakan bir başka tepede de Alfama semti yer alıyordu. Oraya çıkmak için yürümeyi göze alamadım. Tek vagonlu, eski, kırmızı bir tramvayın tıkırtısıyla tırmandım. Tepenin zirvesindeki Sao Jorge Kalesi’nin burçlarından Lizbon’u seyrettim. Buradan kentin büyük bir bölümünü görmek mümkündü. Lizbon’un kırmızı kiremitli çatıları, fotoğrafçılara en güzel pozlarını buradan veriyorlardı.
Sonra dolambaçlı dar sokaklardan, döne döne aşağıya doğru inmeye başladım. Sokakların arasına daldıkça, Lizbon’un geçmişine doğru gittiğimi sandım. Yorgun denizcilerin, sarhoş balıkçıların, tüccarların bu evlerde yaşadığı yıllarda geziniyordum sanki. Ön duvarları çiçek desenli seramiklerle kaplı evlerin pencere kıyılarına sıralanmış sardunyaları, pencere demirlerine sarılmış begonvilleri, iki balkon arasına gerilmiş iplerde sallanan çamaşırları, duvarlardaki kutulara hapsedilmiş aziz heykelcikleriyle Alfama sokakları, gerçek Lizbon’u gözler önüne seriyordu.
MEYDANDAKİ KRAL
Yokuş aşağı inmek de, çıkmak kadar yormuştu beni. Kentin en büyük meydanlarından biri olan Praça do Comercio’daki asırlık kahve Martinho do Arcado’da bir yorgunluk kahvesi yudumlarken etrafı seyrettim. Üç tarafı büyük binalarla kaplı meydanın tam ortasında, atının üstünden kenti seyreden kral I. Dom Jose’nin heykeli gelene geçene poz veriyordu.
Meydana açılan işlemeli zafer kapısı da bir başka ilgi odağıydı. Bütün tramvaylar mutlaka bu meydandan geçiyordu. Noel Baba kılıklı vatmanlar, kahvenin önünden geçerken Noel şarkıları çalıyorlardı. Dünyanın en büyük Noel ağacı da meydanın bir köşesinden yükseliyordu. Kahveden kalktım. Meydanın bir köşesindeki arabasında dumanlar tüttüren kadından bir düzine kestane alıp, yiye yiye sokaklardan birine saptım. Niyetim o daracık, güneş görmeyen sokaklarda Lizbon’un başka bir yüzünü görmek, kaşiflerin ruhunu daha çok hissedebilmekti. Lizbon’un devamı, fado ve yeme-içme gelecek haftaya kaldı. Mutlu yıllar diliyor, bayramınızı kutluyorum.