Yazın yarısı geride kaldı. Erkenciler tatilini bitirdi bile. Şunun şurasında bir aydan az bir zaman kaldı tatile çıkmak için.
Çünkü eylülde ramazan başlıyor. Ramazanda özellikle Anadolu’da yaşam içe kapanıyor. Tatil için geç kalanlardan biri de benim. Henüz "dinlenmek" için herhangi bir program yapmadım. Bu haftaki yazımı yeni yola çıkacaklar için hazırladım. Yazıdan çok deneyimlerden süzülmüş öneriler paketi. Aslında her zaman geçerli öneriler. Umarım işinize yarar.
Bavul yapmak için 10 ipucu
Bavulu hazırlamaya bunca yıldır bir türlü alışamadım. Üstelik neredeyse her hafta yeni bavul hazırladığım halde. Çünkü bavul hazırlamak zordur ve yetenek ister. Usta bir "bavulcu" olabilmek için şu kurala uymak gerekir: "Her şey sığacak ama hiçbir şey buruşmayacak." Bunun için birtakım pratikler geliştirdim. Size bu yazımda bavul deneyimlerimi aktaracağım.
1) Büyük bir bavul alacaksanız, fermuarsız ve sert malzemeden yapılanları öneririm. Bir gezim sırasında, Chicago Havaalanı’nda fermuarı patlamış, içindeki eşyalar dışarı fırlamış bir bavulla karşılaştığımdan beri öyle yapıyorum.
2) Anahtarlı kilit yerine şifreli kilitleri tercih edin. Çünkü o minicik anahtarlar genellikle kaybolur. Tabii şifreyi unutma tehlikesi de var. Bir keresinde bu felaket başıma geldi ve kilidi otelin çilingiri kırdı. Şifreyi bir kağıda yazıp cüzdanınıza koyun.
3) Sakın gösterişli, markası bağıran bavullarla yola çıkmayın. Bu tür bavullar hırsızları çok tahrik eder.
4) Sizinkiyle aynı renkte ve büyüklükte birçok bavul olduğunu aklınızdan çıkarmayın. Bu karışıklığı önlemek için fosforlu renkte bir kuşak kullanıyorum. Veya bavulumun üstüne çeşitli çıkartmalar yapıştırıyorum.
5) Bavulun üstüne etiketinizi asmayı asla ihmal etmeyin. Hatta adınızı soyadınızı bavulun kapağının içine de yazın. Bir keresinde etiketi düşen bavulun bana ait olduğunu görevliye kanıtlayıncaya kadar akla karayı seçtim. Ayaküstü yapılan sınavda, gözlerimi kapayıp çoraplarımın, gömleklerimin rengini söyleyerek bavulumu kurtarabildim. Kapağın içine ad yazmayı, beni sınavdan geçiren görevliden öğrendim.
6) Bavul yerleştirmek ayrı bir yetenek ister. Yıllardan beri çalışıyorum, hálá ideal bir bavul hazırlayıcısı olamadım. İngiliz uşaklar, patronları için hazırladıkları bavuldaki eşyaların, günlerce süren yolculuk sonunda bile hemen giyilir halde olmasına özen gösterirlermiş. Eğer bavuldan buruşuk bir şey çıkarsa, kendilerini beceriksiz bir uşak sayarlarmış.
7) Götürmeyi düşündüğünüz eşyaları önce yatağın üstüne serip son bir elemeden geçirin. Her giysinizi katlamadan önce güzelce fırçalayın.
8) Bavulunuzu şu sırayla yerleştirmenizi öneririm: En alta ayakkabılar, mont veya pardösü. Daha sonra pantolon veya eteklikler. Onların üstüne kazaklar. Bir üst sıraya ceket ve en üste gömlek ve tişört türü giyecekler. Çorap, mendil, iç çamaşırı türü giyecekleri dolgu maddesi olarak kullanın. Ve mutlaka iç kayışları bağlayın.
9) Gideceğiniz yere varır varmaz, ilk iş olarak bavulu açıp, yerleştirin. Çok buruşuk giysilerinizi banyoda küvetin rayına asıp küveti kaynar suyla doldurun. Küvetten yükselecek buhar en inatçı kırışıklıkları bile açar.
10) Son olarak, bavulunuzun en altına yedek bir çanta koyun. Bu çanta fazla alışverişinizin sorun olmasını engelleyecek.
Romanları geçtiği kentte okuyun
Bir romanı, olayın geçtiği sokaklarda, kentlerde veya mekanlarda okudunuz mu hiç? Ben uzun süreden beri bu tür okumalara kaptırdım kendimi. Romanı koltuğuma aldığım gibi geçtiği kente gidiyorum... Ve kitabın kahramanıyla birlikte sokakları arşınlıyorum. Bunu size de öneririm. O zaman gezmenin, kent sokaklarını arşınlamanın, kendinizi roman kahramanın yerine koymanın tadı bambaşka oluyor.
Örneğin bir Prag gezim sırasında yanımda Franz Kafka’nın "Metamorfoz" adlı romanıyla Milan Kundera’nın "Gülünesi Aşklar"ı vardı. Metamorfoz’u Kafka’nın evinin bulunduğu yere yakın bir kahvede okumuş, daha sonra romanda geçen evi ve o korkunç böceği görebilmek umuduyla saatlerce pencerelere bakmıştım. Kundera’nın kitabını okuduktan sonra da, metroda, arka sokaklarda kadınların peşine takılıp kendimi kitabın kahramanının yerine koymuştum. Bu oyun sayesinde, kentleri daha iyi tanıyor, daha çok seviyordum.
Günün birinde de Los Angeles’te, Sunset Bulvarı’nda, elimde kitaplar, ünlü yazar Charles Bukowski’nin peşine düşmüştüm. Yüzyılın serserisinin onca rezilliği yaptığı barları araştırmıştım. Sorup soruşturmuş, gösterilen bir barda oturup onun gibi ucuz bir bira ısmarladıktan sonra, yazdıklarını okumaya başlamıştım: "Musso’nun barını severdim.. Oraya götürdüğüm kadınlardan bazılarının adı kötüye çıkmıştı. Birlikte içerken sık sık tartışır, küfürleşir, içkilerimizi masaya devirip, tekrar içki söylerdik... Genellikle hanımlara taksi paralarını verip, cehenneme gitmelerini söyledikten sonra tek başıma içmeye devam ederdim."
Bukowski gibi yapmak istemiştim ama, yanımda ne "cehenneme git" diyebileceğim kötü bir kadın ne de birayı masaya dökecek cesaretim vardı.
HEMINGWAY’İN PEŞİNDE
Bir seferinde de Kenya’da, Hemingway’in peşine takılmıştım: "Kilimanjaro, karla kaplı, 5.650 metre yüksekliğinde bir dağ. Masai dilinde bu dağın batı doruğuna Tanrının Evi diyenler var..." Bir yandan, "Kilimanjaro’nun Karları" adlı kitabı okuyor, bir yandan da kafamı satırlardan kaldırıp dağa bakıyordum. Nairobi’de ise, Hemingway’in şimdi adını hatırlamadığım bir kitabında anlattığı kahveyi bulmuş, öyküyü orada okumuştum.. Kitapta, kahvenin bahçesindeki bir ağaçtan bahsediliyordu. Birbirlerine haber vermek isteyenler, bu ağacın gövdesine mesaj kağıtlarını yapıştırıyorlardı. Ben de Hemingway’e bir not yazıp ağacın gövdesine iliştirmiştim.
İTALYA’DAKİ ÜCRA KÖY
Bu kitaplardan en önemlisi, "İsa Bu Köyden Geçmedi" adlı romandı. Kitabın yazarı Carlo Levi adlı bir İtalyan’dı. Mussolini yönetimi, aynı zamanda bir doktor olan antifaşist yazar Levi’yi, Güney İtalya’nın en ücra köşesine, o dönemde ancak katır sırtında ulaşabilen bir köye sürgün göndermişti. Ve günün birinde, yanımda yazar arkadaşım Nedim Gürsel olduğu halde İtalya’nın bu en fakir bölgesinin yolunu tutmuştum.
Carlo Levi’nin sürgüne gönderildiği Aliano Köyü Matera’nın güneyinde, kayalık bir tepenin üstüne kurulmuştu. Evler, romanda anlatıldığı gibi derme çatmaydı. Her şey romanda anlatıldığı gibiydi: Sokaklar uçuruma açılıyor, köyün alanında siyah şapkalı, kısa boylu erkekler, sırtlarını kilisenin duvarına dayamış güneşleniyordu. Kadınlar, yaşlı ve çirkindi. Yazarın kaldığı ev müze olmuştu. Köyün her şeyi tanıdık geliyordu bana.
Yürüyerek keşfedin
Kentleri yürüyerek daha iyi gezerim. Herkesi görürüm; güzel kadınları, yaşlıları, çocukları, bıçkınları, dilencileri, koşturanları, avareleri... Kenti kent yapanlarla karşılaşırım. Onların davranışlarından kentin psikolojisini kavramaya çalışırım. Arka sokaklarda gördüklerim beni düşüncelere, sessiz konuşmalara iter. Yürürken düşünmek gezmenin kalitesini artırır. Düşüncelerim yoğunlaştıkça mesafeler uzar.
Kentlerin kılcal damarları olan arka sokaklarda gerçek yaşamlar sergilenir. Zorunlu olmadıkça ana caddelere çıkmam. Buralarda bir sahtelik olduğunu sanırım. Ana caddelerin beni kandırdığına inanırım. Gece olunca bu caddeler, makyajı silinmiş kadınlara benzer. Çünkü kepenkler kapanır, ışıklar söner, ışıltı yerini karanlığa terk eder. Ama arka sokaklarda yorulunca, kalabalıkların akıp gittiği bu ana caddelerdeki kahvelerden birine otururum. Görünmez bir adammışım gibi önümden geçenlerle ilgili öyküler uydururum. Aşklarını, kavgalarını, endişelerini, öfkelerini ve sevinçlerini tahmin etmeye çalışırım. Bu kahvelerde bazen sürpriz dostlar da edinirim.
Yazar Heinrich Heine de bir yazısında, kentleri tanımak için arada bir oturmanın gerekliliğine inanır ve şöyle der: "Londra’ya bir filozof gönderip, köşe başındaki bir kahveye oturtun. O, orada bütün kitaplardan öğrenebileceğinden fazlasını öğrenir. O, o köşe başında kentin nabzının atışlarını kulaklarıyla dinleyip, gözleriyle görebilecektir..." Yürürken kaybolmaktan korkmayın. Aradığınız yeri bulduğunuzda, birçok yeni şeyi de öğrendiğinizi fark edersiniz.