Paylaş
Meydanlar ve parklar kenti Madrid, bozulmamış dokusu, Velazquez tablolarından fırlamış güzelliğiyle ruhunuzun bir parçasını bırakmadan ayrılabileceğiniz bir kent değil.
Madrid, sağolsun kaldığım üç gün süresince “Velazquez Gökleri”ni benden esirgemedi. Bu nasıl bir gökyüzüdür derseniz: Üstünde beyaz bulutların uçuştuğu, masmavi gökyüzüne İspanyolların bu adı taktığını söyleyebilirim. Çünkü bu, ünlü ressam Velazquez’in tablolarında işlediği gökyüzüne benzer. İnsana yaşama sevinci verir, keyiflendirir.
Madrid’e üçüncü gelişimdi bu. Daha önceki gelişlerimde görülecek yerleri görmüş, meydanları, sokakları keşfetmiştim. Bu sefer aylaklığın tadını çıkartacaktım. İspanyollar boşuna, “Herkes Madrid’e gelir ve gider” demiyorlardı. Çünkü buraya, “Çok çalışmak, çok eğlenmek, çok yemek ve içmek” için geliyorlardı. İşleri bitince de dönüp, geldikleri yere gidiyorlardı.
Madrid, şanslı bir kentti. Çünkü TOKİ gibi çirkin binalar yapan bir kuruluşları yoktu. Tahta panjurlu pencereler, ferforje balkonlar, tuğla kaplı ön cepheler, süslü kapılar... Caddeler, Belle Epoque, Art Nouveau, Art Deco tarzlarının sergilendiği birer vitrini andırıyordu. Geniş bulvarları, katedralleri, parkları, sarayları, heykelli meydanları da bu görüntülere ekleyince Madrid’in, Avrupa’nın en güzel kentlerinden biri olduğunu rahatlıkla söyleyebilirdim. Onun için burada yaşayanlar haklı olarak, “Madrid cennetin bir basamak altıdır” diye övünüyorlardı.
Bu kez Madrid biraz daha kalabalık, biraz daha gürültülüydü. Çünkü Paskalya Bayramı nedeniyle tüm İspanya buraya akmıştı. Bandolar sokaklarda gece gündüz gürültülü geçit törenleri düzenliyorlardı. Onun için meydanlar tıklım tıklımdı.
Meydanda Buluşalım
Madrid, meydanlar ve parklar kentiydi. Kentin dört bir yanındaki büyüklü, küçüklü meydanlar buluşma noktalarıydı. Ben, en çok Santa Ana Meydanı’nda “ zamanı öldürdüm”. Meydana masa koyan kahvelerde yer bulmak için uzun süre bekledim ama hiç sıkılmadım. Çünkü etrafta o kadar çok seyredilecek görüntü vardı ki!.. Sokak çalgıcıları, çeşitli kılıklara girmiş mim sanatçıları, güzel, çirkin kadınlar, çığlık çığlığa koşuşturan çocuklar, takı, çanta, gözlük satmaya çalışan Afrikalılar. Meydanın bir köşesinde de, elinde güvercinle şair Lorca’nın heykeli duruyordu. Ama kuşlar onun ününe aldırmadan, başından aşağıya pislemişlerdi.
Sonunda, bir şemsiye gölgesindeki masaya oturdum. Soğuk bira, hamon, acılı sucuk eşliğinde İspanyolların neşesini paylaştım. Madrid’de en sevdiğim diğer meydanda Puerto Del Sol’du. “Güneşin Kapısı” anlamına gelen bu meydan, kentin sembolik “sıfır” noktasıydı. Bütün caddeler buradan başlıyor, burada bitiyordu. Kentin yüzyıllardan beri ticaret merkezi olmuştu. Madridli’ler yeni yıla bu meydanda giriyordu. Yılın son günü burada toplananlar saat 24.00’ü gösterince, ellerindeki bir düzine üzümü yemeye çalışıyorlardı. Nazım Hikmet, “Karanlıkta Kar Yağıyor” şiirinde bu meydandan söz etmişti. Nazım, İspanya iç savaşının isimsiz bir kahramanının portresini çizerken, “Belki Puerto Del Sol’da küçük bir dükkanın vardı/ renkli İspanyol yemişleri satardın” diye tahmin yürütmüştü. Meydan öylesine kalabalıktı ki, fazla oyalanmadan, insanları yara yara kendimi sakin bir sokağa attım.
Madrid’de sabah akşam uğradığım meydanlardan biri de Plaza Mayor oldu. Buraya ne zaman gelsem kendimi bir şenliğin içinde bulurum. Şarkıcılar, sihirbazlar, canlı heykeller, ressamlar, yerde sarmaş dolaş yatanlar, öpüşenler, yemek yiyenler, koşuşturan çocuklar, köpekler... Tüm bunlara bu kez Paskalya Bandosu da eklenmişti. Boru ve kulak zarlarımı tir tir titreten davul sesleri meydanı inim inim inletiyordu. Bir kahveye oturup, soğuk bira eşliğinde bu karmaşayı seyretmek hoşuma gidiyordu. Gürültü dayanılmaz olunca da kendimi çevredeki ilginç isimli sokaklara atıyordum: Bıçakcılar, Maydanoz, Çilek, Düğmeciler, Kasaplar, Ekmekçiler... Dar ve gölgelik sokaklardı buralar.
Son gidişimde, 2 bin odalı Kraliyet Sarayı’nın (Palacio Real) önünde fazla oyalanmadım. Son zamanlarda çok odalı saraylara karşı bir alerji gelişmişti bende. Onun yerine, her seferinde beni çok mutlu eden yerlerden biri olan “Hamon Müzeleri”nde oyalandım. Tavandan sarkan domuz butlarının, baharatlı çorizoların ve diğer sosislerin, çeşit çeşit peynirlerin, şarapların, Sherrylerin, balık konservelerinin, deniz böceklerinin satıldığı bu büyük şarküterilerden canım hiç çıkmak istemedi.
Çıplak Maya beni bekliyor
Prado Müzesi’ne gittiğimde kuyruk yine uzamış, binanın arka tarafına dönmüştü. Dünyanın en zengin İspanyol ressamları koleksiyonuna sahip olan bu müze Madrid’in gururuydu.
Sadece İspanyol ressamlarının değil, İtalyan, Flaman ve diğer ülke ressamlarının da eserleri sergileniyordu. El Greco, Tiziano, Rembrant, Rubens, Raphael, Dürer, Velazques, Goya, Caravaggio, Van Dyck, Murillo... Bundan önceki gelişlerimle de müzenin tümünü gezememiştim. Onun için sevdiğim ressamların tablolarını tercih ettim. Örneğin mahkeme ve saray ressamı Valezques’in, Nedimeler, Breda’nın Teslimi, İplik Eğirenler, Sarhoşlar adlı tablolarının karşısından ayrılmakta yine zorlandım. Goya’nın Çıplak Maya’sının karşısında büyülenip kaldım. El Greco’nun siyah, sarı ve leylak tonlarıyla yaptığı tablolarını bir kez daha hayranlıkla izledim.
Lezzetin peşinde
Madrid’de en sevdiğim mekanlardan biri, 1915’te kurulan yiyecek pazarı Mercado de San Miguel’dir. Çatısı, dövme demir sütunların üstünde yükselen bu eski Pazar yeri şimdi yeme-içme mekanına dönüştürülmüş. Her gelişimde bir öğle yemeğini mutlaka burada yerim. Binanın kenarlarına sıralanmış küçük dükkanlarda çeşitli tapaslar, içkiler satılır. Oradan tabaklarını alanlar, orta yerdeki masalarda veya buldukları bir boşlukta yemeklerini yerler. Öğle saatlerinde burada değil yemek yemek, içeri girmek bile olanaksızlaşır. Ben yine kalabalıkları yarıp, tezgahlara ulaşmakta zorlandım ama yediğim mezeler her zamanki gibi damağımı bayram yerine çevirdi.
Madrid’de lezzet durağı sayısı oldukça fazla. Bunların arasında Sobrinode Botin’in yeri başka. Çünkü 1725 yılında kurulan bu mekan ülkenin ilk lokantası. Ünlü ressam Goya burada garsonluk yapmış. Hemingway ise sürekli burada yemek yermiş. La Gabinoteca ise Tapasların modern versiyonlarını sunan bir lokanta. İlginç lezzetlerin peşindeyseniz burayı öneririm. Eğer klasik Tapasların tadına bakmak istiyorsanız, La Castello doğru mekanlardan biri. Puerto Del Sol meydanının köşesindeki La Mallorquina pastanesi de önemli lezzet durakları arasında. Burada yiyeceğiniz Pepito de Crema’nın tadı, uzun süre damağınızdan gitmeyecek.
Tüm Akdenizliler gibi İspanyolların da hiç acelesi yok. Yemekler geç yeniyor, dükkanlar geç açılıyor, hayat gece yarısı başlıyor. Gecenin geç saatlerine doğru caddeler ve sokaklar azgın nehirlere dönüşüyor. Bu nehirlerde, Madridliler gecenin karanlığına doğru akıyorlar. Karanlık basınca sanki tüm dürtüler ayaklanıyor. Ta ki ertesi günün ilk ışıklarına kadar. Güneş Madrid’de bir sakinlik taşıyor.
Madrid’de bölgeler paylaşılmış. Ağırbaşlı takılmak isteyenler Santa Ana meydanının etrafındaki birahanelerde geceye başlıyorlar. Şık bayanların ve süslü beylerin tercih ettiği mekanlar ise Paseo de la Castelana’da sıralanıyor. Gençler, Huertas semtindeki mekanlarda geceye merhaba diyorlar. Bar tezgahlarında sohbet etmeyi sevenler, soluğu Plaza Dos de Mayo’nun çevresindeki sokaklarda alıyor. New York’taki Soho’yu andıran Chueca ise herkesin yeri. Lokantalar, barlar, gece kulüpleri, bu semtin her tarafına dağılmış. Chueca, her yaşa ve cinse kollarını açan Madrid’in en renkli semti.
Sözün özüne gelirsek, Madrid kendini özletmesini beceren kentlerden biri. Ayrılırken ruhunuzun bir parçasının orada kaldığını hissediyorsunuz.
Paylaş