Türkiye’de kış başlarken ben yaza yolculuk yapmanın keyfini yaşadım. Avrupalı kaşiflerin Amerika kıtasında ilk ayak bastıkları yer olan Hispanyola Adası’ndaki Dominik Cumhuriyeti’nde sıcak havalara dönüş yaptım. Kısa ve hızlı gezi sonunda bu güzel Karayip ülkesi ve kakao hakkında ilginç bilgiler edindim.
Kısa süreli gezilere artık pek gitmiyorum. Göz açıp kapayıncaya kadar biten bu tip gezilerde insan soluk soluğa kalıyor. Ne gördüğümü hatırlıyor, ne yediğimden bir şey anlıyor, ne de çevreyi algılayabiliyorum. Yani geriye yorgunluktan başka pek bir şey kalmıyor. Bir de her sabah çanta toplama işkencesi var. Her gün başka otelde kalınca her şey buruş buruş oluyor. Bu yüzden sakin ve süresi nispeten uzun gezileri seviyorum. Sokaklarda telaşsız yürümek, restoranlar, barlar, kahveler keşfetmek, kaldırım kahvelerinde uzun uzun oturup geleni geçeni seyretmek, müzeleri gezebilmek, sokak çalgıcılarını dinlemek, vitrinlere bakmak, kitapçılarda oyalanmak... O zaman gittiğim yerleri daha iyi sindirebiliyorum.
Ama geçen ay aldığım bir davetle bu kuralımdan vazgeçtim. Çünkü gezi çok hızlı, çok kısa, çok yorucuydu ama bir o kadar da heyecan vericiydi. "Contactplus"ın gönderdiği programa göre, önce Karayip Denizi’ndeki Dominik Cumhuriyeti’ne uçup kakao plantasyonlarını gezecek, ardından Fransa’ya dönüp Lyon yakınındaki Hermitage bölgesinde, dünyaca ünlü Valrhona çikolatalarının nasıl yapıldığını izleyecektim. Ünlü restoranlarda yörenin lezzetli yemeklerinin ve şaraplarının tadına baktıktan sonra hızlı trenle Paris’e dönecektim. Burada da sabahtan akşama kadar çikolata butiklerinde gezinip sonra İstanbul’a uçacaktım. Nefes nefese bir geziydi ama, yaşamımda ilk kez çikolatayı ağaçtan satış noktasına kadar adım adım izleme olanağını bulacaktım. Derin bir nefes alıp "evet" dedim.
HEM KAZAK HEM TİŞÖRT
Hareket günü İstanbul’da kış kapıyı çalmaya başlamıştı bile. Buz gibi bir hava vardı. İnternetten öğrendiğime göre, gideceğim yerde ise sıcaklık 30-35 dereceydi. Onun için yazlık giysilerle yola çıkmak zorundaydım. Kıştan yaza veya yazdan kışa doğru yaptığım yolculuklarda, bavul hazırlamakta çok zorlanıyordum. Kalın kazaklarla tişörtler, bez ayakkabılarla kışlık botlar, kısa kollu gömleklerle kalın paltolar alt alta üst üste aynı bavula sığışmak zorunda kalıyorlardı.
Paris’te de hava buz gibiydi. Ama hep kapalı mekan içinde koşturduğum için yazlık giysilerle üşümüyordum. Sadece paltolarına sıkı sıkı sarınmış diğer yolcuların meraklı bakışlarına hedef oluyordum. Santo Domingo kentine uçacak Boeing 747’nin üst katındaki yerime oturduğumda yorulduğumu hissettim. Oysa ki daha gezinin başındaydım. Uçak havalandıktan sonra laptopumu açıp Dominik Cumhuriyet’i ve kakao konularındaki notlara göz attım.
Dokuz saat sonra ineceğim Hispanyola Adası, topraklarında iki ülkeyi barındırıyordu. Adanın doğusunda Haiti, batısında ise Dominik Cumhuriyeti yer alıyordu. Kristof Kolomb tarafından bulunan Hispanyola, Avrupalıların Amerika kıtasındaki ilk yerleşim yeri ve ilk sömürge noktasıydı. Avrupalı kaşifler Amerika kıtasındaki ilk katedrali, ilk üniversiteyi, ilk kaleyi burada kurmuştu. Başkent Santo Domingo’yu ise 1496’da Don Bartolome Colon "Yeni Isabella" adıyla kurmuştu.
Notlara göz attıktan sonra film seyrettim, yemek yedim, koridorda dolaştım ve sonunda koltukta yığılıp kaldım. Hostesin ikazıyla uyandığımda uçak Santo Domingo Havaalanı’na inmek için alçalıyordu. Pencereden baktığımda, karanlıkta göz kırpan ışıklardan başka bir şey göremedim.
ZAVALLI VÜCUDUM
Uçağın merdivenlerinden inerken, bütün vücudumu ıslak bir sıcak sarmaladı. Daha saatler öncesinde soğuktan titrerken, şimdi vücudumdaki tüm gözeneklerden ter fışkırıyordu. Bir anda sırılsıklam olmuştum. Pasaport kontrolüne doğru ilerlerken içimden "zavallı vücudum" diye geçirdim. Yavaş yavaş kış hazırlığına başlayan hücrelerim, şimdi yeniden yaz ayarı yapmaya çalışacaklardı. Bindiğim minibüsün içi buz gibiydi. Şoför soğutucuyu sonuna kadar açmıştı. Gömleğim derime değdikçe soğuk soğuk ürperiyordum. Bu ani ısı farklarının başıma bir iş açmamasını diledim.
Yol kıyısında arada bir ışıklı barlar görüyordum. Şoför buraların bahçeli birahaneler olduğunu, kent halkının buralarda geç saatlere kadar bira içip dans ettiğini söyledi. Santo Domingo, eski ve yeni olmak üzere ikiye bölünmüştü. Eski kentin etrafı surlarla çevrilmişti. Minibüs daracık sokaklardaki taş bir binanın önünde durdu. Burası otelimdi. İki katlı eski binanın ortasında çiçekler, yeşilliklerle bezenmiş bir avlu vardı. Odalar bu avlunun etrafına sıralanmıştı. Fırıl fırıl dönen bir pervanenin altına oturup garsonun sunduğu tropik meyve sularından yapılmış buz gibi kokteyli yudumladım.
Zaman değişimini çabuk atlatabilmek için, buranın saatine göre davranmam gerektiğini biliyordum. Yaklaşık 24 saatten beri yoldaydım, gözlerimi açık tutmakta zorlanıyordum. Ama saat daha 20.00 civarındaydı. Şimdi uyursam sabahın köründe uyanacağımı biliyordum. Giysilerimi değiştirdikten sonra kendimi dar sokaklara attım. Ayaklarımı sürüye sürüye bir süre dolaştım. Sonra kendimi bir meydanda buldum. Çevresine kahveler sıralanmıştı. Bir tanesine oturdum. Gençler gitar çalıp kıvrak dans ediyorlardı. Klasik bir Karayip görüntüsüydü.
Aklıma daha önce gittiğim adalar geldi. Bahamalar’daki pembe boyalı evler, Jamaika’daki rom ve reggae müziği, Cayman Adası’ndaki zenginlik ve kaplumbağa köftesi, St. George Cave’deki turkuvaz deniz, Cozumel Adası’ndaki beyaz kumlu plajlar bir film şeridi gibi gözümün önünden geçti. Birden Karayip adalarını kapı komşusu yaptığımı fark ettim. Bu kadar sıcak ve nemli bir iklim olmasa, bu adalara cennet yakıştırmasını yapabilirdim. Bir süre sonra gözlerimi açık tutamaz hale geldim. Ayakta uyuyarak otele doğru yürümeye başladım.
ÇİRKİN YENİ KENT
Eski kentte daha çok varlıklı kesim oturabiliyordu. Çünkü bu yaşlı evler astronomik rakamlara satılıyordu. Sokaklarda bir iki tur attıktan sonra Santo Maria Katedrali’ne gittim. 1510’da inşasına başlanan bu katedral, Avrupalıların Yeni Dünya’da yaptıkları ilk dini merkezdi. Sıralara oturup hem vücudumu soğuttum, hem de kaşiflerin zorlu yolculuklarını düşlemeye çalıştım.
Daha sonra Homoge Kalesi’nin surlarında gezindim. 1503’te yapılan bu kale yeni dünyadaki ilklerden biriydi. Çok kanlı sahnelere, işkencelere tanıklık etmişti. İşgalcilere direnen birçok yerli buradaki zindanlarda son nefesini vermişti. Binaların gölgesine sığına sığına Kristof Kolomb’un oğlu Don Diego Kolomb’un sarayına gittim. Birçok orijinal eşyanın sergilendiği sarayın odalarında, kaşiflerin yaşamı hakkında ipuçları yakalamaya çalıştım. 1510’da inşa edilen bu küçük saray yüzünden, İspanya Kralı ile Kolomb Ailesi arasında sürtüşmeler yaşandığını öğrendim.
Eski kent bir süre sonra bitti. Surları aşıp yeni Santo Domingo’ya açıldım. O güzelim koloniyal binaların yerini birdenbire çirkin apartmanlar aldı. Trafik arapsaçına dönmüştü. Salkım saçak yolcu taşıyan döküntü minibüsler, daha paralı müşteri bulunca müşterilerini yarı yolda indiren eski taksiler, statü sembolü lüks cipler, çokça yoksulluk, az miktarda zenginlik görünüyordu yeni kentin sokaklarında. Bu görüntüler diğer Karayip Adaları’ndaki görüntülerle pek benzerlik taşımıyordu. Akşam olduğunda Santo Domingo’nun görülecek hemen her yerini görmüştüm. Sıra kakao plantasyonlarına gelmişti. Bu lezzetli yolculuğu da haftaya anlatacağım.
ESKİ KENTİN SOKAKLARI
Ertesi gün tahmin ettiğim gibi erkenden uyandım. Kenti tanıyabilmek için sadece bir günüm vardı. Kendimi hemen sokağa attım. Sokaklar daracıktı. Binalar koloni mimarisinin en güzel örneklerini yansıtıyordu. İki katlı evlerin ahşap sütunlar üstünde duran balkonları çepeçevre ferforjeyle çevrilmişti. Dış cephelerde canlı renkler kullanılmıştı. Görüntü bir kartpostalı andırıyordu. Sokaklardaki dükkanların çoğu resim galerisi, hediyelik eşya satan dükkan, kahve ve bar olarak kullanılıyordu. Aslında bu dar sokaklarda adanın yerlisi Tainolar’a rastlamak adeta olanaksızdı. Çünkü yerli halk kendilerini köleleştirmek isteyen İspanyol istilacılarına direnince çoğu kılıçtan geçirilmişti. Katliamdan kurtulanlar ise yine istilacıların yaydığı çiçek salgınına kurban gitmişti.