Paylaş
Demek ki 6 ay oluyor.
Bu altı ay içinde benim sayabildiğim kadarıyla yirmiden fazla “Cumhurbaşkanı’na hakaret” davası açıldı ya da bu gerekçeyle tutuklamalar yapıldı.
“Sanıklar” arasında çocuklar da var, savcılar da, sivil aktivistler de.
Bugüne kadar görülmemiş bir istatistik bu.
Bunda Bülent Arınç’ın söylediği “Yüzde elli de nefret ediyor” sözlerinin payı ne kadardır, bilemeyeceğim.
Ama garip bir istatistik ile karşı karşıyayız, diyebilirim ki bugüne kadar hiçbir Cumhurbaşkanı bu kadar hakarete maruz kalmamıştı!
Acaba öyle mi?
Yani, Türklerin bir bölümü kendilerini Cumhurbaşkanı’na hakaret etmekten alıkoyamıyorlar mı, yoksa savcılarımızın tutumlarında bir değişiklik mi oldu?
Bu suçu algılayışlarında, kelimelere hakaret anlamı yüklemelerinde bir farklılık mı oldu?
Gazetelerde yayımlanan haberlerde doğal olarak “hakaret” olduğu iddia edilen cümleler yer almıyor, bu nedenle tam bir kelime çözümlemesi yapabilmemize bu aşamada olanak yok.
Ama şunu biliyoruz: Cumhurbaşkanı Erdoğan, Başbakanlığı döneminde de böyleydi, kendi icraatlarına karşı çıkmayı genel olarak bir “hakaret” olarak algılıyor.
Bu konuda birçok demeci var, gazetelerin manşetlerinden bile kendisine hakaret edildiğini öne sürmüştü.
Şimdi bu kadar çok davanın açılıyor olması, savcıların da aynı şekilde düşünmeye başladıklarını gösteriyor.
Sadece savcılar değil, yargıçlar da aynı etki altındalar ki bu suçlamayla önlerine gelen sanıklara anında tutuklama kararı da veriyorlar.
Bir tür “katalog suç” oluşturulmuş durumda, kimse yakasını kurtaramıyor.
Ceza Kanunu’na göre Cumhurbaşkanı’na hakaret bir yıldan dört yıla kadar hapis ile cezalandırılıyor. Suç alenen işlenirse ceza altıda bir oranında arttırılıyor.
Cezası bundan daha fazla olan kasten yaralama suçlarında bile sanıklar tutuksuz yargılanırken, söylenen sözün hakaret olup olmadığı son derece sübjektif bir durum iken, bu tür suçlamalara tutuklama verilmesinin bir izahı olmalı.
Özgecan’ın ardından
ÖZGECAN Aslan’ın vahşi bir cinayete kurban gitmesi, bütün ülkeyi derinden yaraladı.
Şimdi kadınlara yönelik bu tür suçların önlenebilmesi için kanunlarımızdaki cezaların yeterli olup olmadığını tartışıyoruz.
Özgecan’ın katili büyük olasılıkla “Canavarca hislerle adam öldürmek” ve “Tecavüze teşebbüs” suçlarından yargılanacak ki cezası da kanunlarımıza göre ağırlaştırılmış müebbet hapisten başka bir şey değil.
Yani diyeceğim şu ki böyle bir suç işleyenler için çok ciddi bir ceza zaten kanunlarımızda var.
Mesele, yargılamanın nasıl yapılacağı, delillerin nasıl toplandığı ile ilgilidir.
Mahkemenin kesin kanaat oluşturmasına yeterli deliller toplandı mı?
Sanıklar mahkemede kravat takıp, sessizce oturdular diye “iyi halden” cezaları azalacak mı? Yargıçlar bu suçta “hafifletici neden” bulacaklar mı?
Savunma hakkına zarar vermeyecek, adil ama hızlı bir
yargılama yapılabilecek mi? Yoksa Adli Tıp’a yaz, nüfus müdürüne yaz, cevapları bekle, cevap gelmedi duruşmayı ertele derken suçun üzerinden aylar, yıllar geçecek mi?
Bunun yanı sıra ve bundan da önemli olan şu:
Toplumumuzda kadının ikinci sınıf bir toplumsal cinsiyet olduğuna yönelik, geleneklerden ve dini taassuptan kaynaklanan inanış ile yeterli bir mücadele ortaya konabilecek mi?
Mesele cezaların arttırılmasından daha çok budur.
Milletin kesesinden vakıf kurmak
İSTANBUL Büyükşehir Belediyesi, kiraladığı iki binanın işletmesini, kurucuları arasında Başkan Kadir Topbaş’ın da bulunduğu Ensar Vakfı’na devretmiş.
Belediye bu iki bina için 540 bin lira ödüyor. Bizlerden toplanan vergilerle kiralanmış binalar bunlar.
Vakıf, bir şahsın ya da bir grup insanın, belirli bir hizmetin yerine getirilmesi ya da başkalarının yararlanması için malını, parasını ya da mülkünü bağışlayarak oluşturtuğu bir hayır kuruluşudur.
Şunu sormak istiyorum: Madem şahsi servetinizi bu işlere harcamak istemiyorsunuz, neden vakıf kuruyorsunuz?
Seçim güvenliği?
AKP’de, polis devletine geçiş için bir adım sayılması lazım gelen “güvenlik paketi” ile ilgili olarak yapılan toplantıda, “seçimlerin güvenlik içinde yapılabilmesi için paketin kanunlaşmasının gerektiği” anlatılmış.
Bunu Nuray Babacan’ın, Hürriyet’te yayımlanan haberinden öğrendim.
AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılından bu yana bu ülkede üç yerel, iki genel ve bir Cumhurbaşkanı seçimi ile iki Anayasa referandumu yapıldı.
Seçimlerin ardından yapılan açıklamalarda AKP sözcüleri, hep seçimin güven içinde yapıldığını vurguladılar.
O tarihlerde polise özel yetkiler verecek, toplumsal muhalefeti sesini çıkaramaz hale getirecek olan böyle bir kanun yoktu.
O seçimler nasıl oldu da güven içinde yapılabildi?
Yoksa bu kez “seçim güvenliğinden” kastettiğiniz şey, muhalefetin iyice sindirilip seçimin kazanılmasının güvence altına alınması mı?
Paylaş