Paylaş
SALİM Dündar söylerdi “Aynalar” şarkısını, sözleri kime ait bilemiyorum.
Bu devirde “Sözleri kime ait bilemiyorum” gibi bir cümle kurmanın saçmalığının farkındayım elbette.
Elinde bir telefonun varsa bu sorunun yanıtını bulmak son derece kolay olmalı çünkü. “Sor Google abine, söylesin” durumu yani.
Ama söz konusu olan bir Türk şarkısı ise, bu iş öyle yürümüyor.
Çünkü Türkiye’de “fikri haklara” saygı diye bir şey söz konusu değil, insanların çoğunun umurunda bile değil.
İnternette şarkı sözlerini yayınlayan sitelerin hiçbirinde bundan söz edilmiyor.
Çoğu şarkının ne bestecisi belli ne söz yazarı. Şarkıyı kim söylediyse, sözler de onun adıyla yayınlanmış.
Mesela “Aynalar” için arama yaptım, sanırsınız ki beste de, sözler de Salim Dündar’dan tutun da, Volkan Konak’a kadar herkese ait!
Neyse, konumuz bu değil, bu siteleri yöneten arkadaşlara, besteci ve söz yazarlarına daha çok saygı gösterilmesi gerektiğini hatırlatmış olayım sadece.
Bu şarkıyı önceki gece Bodrum Marina’da Albatros’tan dinledim.
Yanlış anlamayın, tatilde filan değilim, Okan Üniversitesi’nden küçük bir grup ile bir fikir jimnastiği için toplandık. Senede üç–dört kez tekrarlıyoruz bu toplantıları.
Resmi bir “kurul” sayılmaz. Üniversitenin kendi akademik kurulları, bölümleri, onların yöneticileri var, onlar görevlerini gayet güzel yerine getiriyorlar.
Biz daha çok “nereden geldik, nereye gidiyoruz” konusuyla ilgiliyiz. 1999 yılında bu üniversite kurulurken mütevelli heyet üyesi oldum. 2003 yılında 85 öğrenci ile yola çıkıldı, bu yıl öğrenci sayısı 20 bine çıkıyor.
Miami’de ABD kanunlarına uygun olarak kurulan Okan International University de ilk kez bu sene öğrenci alacak.
Büyüleyici bir gelişme benim için, küçücük bir binadan çıkıp, şimdi dev bir kampusta 16 fakülte ve yüksekokula gelmek.
Neyse, yine lafı uzattım, sadede geliyorum şimdi.
Şarkıda şöyle bir bölüm var: “Hüznüm sizde görünür/Saçım beyaz örülür/Yaşarken de ölünür.”
Aynaya bakınca hüznümü filan görmüyorum. Gördüğüm, saçları giderek beyazlaşan bir yüz. “İnsan kendini beğenmezse çatlar” diye bir söz var, ben de kendimi beğeniyorum tabii, kamuoyunun önemli bölümüyle görüş ayrılığına düşmek pahasına!
Boy aynasına zaten bakmıyorum, bu “fit” çılgınlığı insanlığı esir alıp, göbekteki “six pack” icadını çıkardığından beri!
Gerçi bende de o altılı kas paketinden var ama hepsini dağılmasınlar, bir arada kardeşçe dursunlar diye topladım, “six in one” yaptım. Densizler buna “göbek” diyorlar ama ben biliyorum ki o “paketin” içinde o altılı kas grubu olanca diriliği ile duruyor! :)
Bu sözlerde “Yaşarken de ölünür” kısmına takıldım.
Bir insan yaşarken nasıl ölür?
İlk akla gelen yanıt “Hayattan bütün beklentin bitmişse” olmalı sanırım.
Hiçbir beklentin, hedefin kalmamış, vaktini doldurmak için gereken asgari şartları yerine getiriyorsun! Yiyorsun, içiyorsun, iki–üç laf edeceğin arkadaşlarını görüyorsun.
Bu o kadar da mümkün değil gibi geliyor bana, yani hiçbir hedefinin, hayattan hiçbir beklentinin kalmamış olması!
Yaşarken ölmek, sana yaşadığını hissettiren şeylerden uzak kalmak olmalı.
Normal olarak yaşadığımızı hissetmeyiz.
Nefes alıp veriyoruz, yemek yiyoruz, su içiyoruz, bazılarımız suyun dışında sıcak–soğuk “şeyler” de içiyor. Bunu bilinçli olarak yapmıyoruz. Öyle dizayn edilmişiz, her şey kendiliğinden oluyor.
Kalp damarlara kan pompalıyor, mide bir yumruk gibi sıkılıp gevşiyor filan. Mükemmel bir düzen ama taşikardi geçirene kadar kalbimizin çarpmakta olduğunu hissetmiyoruz bile. Varlığını fark etmemiz için bu düzenin bir şekilde bozulması gerekiyor.
Ama hayatta öyle anlar oluyor ki “Oh be, yaşıyorum” diye bir an için aklımızdan geçiyor, hatta benim gibi bunu yüksek sesle söyleyenlere de rastlanıyor.
O anlar ne olabilir?
Hemen her şey aslında.
Türkiye’nin cennet koylarından birinde, tembel tembel kitap okurken uzaktan gelen bir şarkının sarı saçları uçuşan bir kadını hatırlattığı an mesela!
O kadın uzakta da olabilir, bir daha hiç görmeyecek de olabilirsin ama varlığını düşündüğün anda yaşadığını hissedersin.
Sahilde yürürken, kuzeyden gelen rüzgârın yüzünde bıraktığı serinliği hissettiğin anda olduğu gibi.
Serinlik değildir yaşadığını hissettiren şey, siz anladınız ne demek istediğimi!
Bir Lizbon lokantasında “Denizden babam çıksa yerim” sözü ile sınava tabi tutulduğunda da hatırladığın aynı şeydir. Parmaklarından okyanus suları süzülürken dudaklarına bir minik tebessüm yerleşir, yaşadığını hissedersin.
Ruhuna girip, seni sarmalayan, içinde fırtınalar koparan bir tek kişinin varlığıdır yaşadığını hissetmene neden olan şey.
Öyle bir insan yoksa çekiver kuyruğunu hayatın, şarkıdaki gibi yaşayan ölüsündür.
Sözü burada Pablo Neruda’ya bırakıyorum, toprağı bol olsun:
“Yavaş yavaş ölürler/Seyahat etmeyenler./Yavaş yavaş ölürler/Okumayanlar, müzik dinlemeyenler,/Vicdanlarında hoşgörüyü barındıramayanlar.
“Yavaş yavaş ölürler/Alışkanlıklarına esir olanlar,/Her gün aynı yolları yürüyenler,/Ufuklarını genişletmeyen ve değiştirmeyenler,/Elbiselerinin rengini değiştirme riskine bile/girmeyenler,/Bir yabancı ile konuşmayanlar.
“Yavaş yavaş ölürler/Heyecanlardan kaçınanlar,/Tamir edilen kırık kalplerin/gözlerindeki pırıltıyı/görmek istemekten kaçınanlar.
“Yavaş yavaş ölürler/Aşkta veya işte bedbaht olup yön değiştirmeyenler,/Rüyalarını gerçekleştirmek için risk almayanlar,/Hayatlarında bir kez dahi mantıklı tavsiyelerin dışına/çıkmamış olanlar.”
Paylaş