KIBRIS Rum yönetiminin çıkardığı yeni bir yasa, Türk tarafında kalan eski Rum mallarını kullanan yabancılara (büyük çoğunluğu Türkiye’den Kuzey Kıbrıs’a göç eden kişiler bunlar) ve Kıbrıslı Türklere 7 yıla kadar hapis cezası verilmesini öngörüyor.
KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat’ın da vurguladığı gibi bu Annan Planı’ndan önce açılan sınırın yeniden kapatılması anlamına gelebilecek bir uygulama.
Rum kesimindeki bir İngiliz okulunda okuyan Kıbrıslı Türk öğrencilere yapılan ırkçı ve örgütlü saldırının yasanın çıktığı günün hemen ertesine denk gelmesi de bir tesadüf olmamalı.
Annan Planı için yapılan referandumu Kıbrıs’ın Rum kesiminde izlemiştim.
O tarihte çalıştığım Milliyet’te de yazdığım gibi edindiğim en önemli izlenim şuydu: Kıbrıslı Rumlar, Kıbrıslı Türklerle yeniden bir arada yaşamak istemiyorlar.
Aslında istedikleri tek bir şey var: Kıbrıs’ı da giderek bir Girit’e döndürmek. O günlerin koşullarının artık çok geride kaldığını da bir türlü kabullenemiyorlar.
Sınırın fiilen Türklere kapatılması sonucunu doğurabilecek yasa ve Güney’e geçmek durumunda kalan Türklere yönelik ırkçı taciz ve saldırılar, artık Türkiye’nin bir politika değişikliği yapmasını da zorunlu kılıyor gibi geliyor bana.
Öyle görünüyor ki Kıbrıs’ta kesin çözümün bir tek yolu var: Yeniden bir ortak devlet içinde yaşamaya çabalamak ve her seferinde yüz geri edilmek yerine herkesin kendi yoluna gitmesi.
AB’nin, Karadağ’ın bir referandum ile Sırbistan ile kurdukları birlikten ayrılma kararını desteklemesi ama sıra Kıbrıs’a gelince başka telden çalması elbette bir sorun.
Ancak gelişmeler giderek bu çözümü dayatıyor.
Vatandaşın derdi yöneticilerin umurunda değil!
İSTANBUL’u yaşanmaz hale getiren trafik tıkanıklıkları sonunda Başkan Kadir Topbaş’ı da bezdirmiş ve inşaatları hızla yapıp zamanında bitirmeyen şirketlere ceza kestirmiş.
İş bu noktaya gelmeden bulunabilecek bir çözümdü bu oysa.
İnşaatlar başlarken uygun yerlere servis yolları yapma koşulu koymak, inşaatların gece-gündüz hızla çalışılarak kısa sürede bitirilmesini sağlamak ihale şartnamelerine konulabilirdi.
Belli ki herkesin kolayca bulabileceği çözümler, kentimizi yöneten kişilerin aklına iş işten geçtikten sonra geliyor.
Elbette bu tıkanıklık nedeniyle sorumlu tutmamız gereken tek makam belediye değil.
İstanbul’un trafiğini yönetme görevi olanlar da işlerini gereken özen ve titizlikle yapmıyorlar.
İstanbul’da trafiği tıkayan önemli nedenlerden biri de hafif hasarlı kazalar nedeniyle rapor tutacak uzman trafik ekibinin uzun süreler ortalıkta görünmemesi.
Bu ekiplerin sayısını artırmak, trafik kazalarına hızla müdahale etmek amacıyla kentin önemli kavşaklarında hazır ekip bekletmek de Emniyet Müdürlüğü’nün işi.
Ama onlar görevlerinin vatandaşların sorunlarını çözmek değil, kente gelen önemli şahsiyetlere yol açmak olduğunu zannediyorlar!
Ortaya çıkıyor ki vatandaşın derdi, hiçbir kamu yöneticisinin derdi haline gelememiş!
Bu konuda yetkiyi özel sigorta uzmanlarına devredecek yasa ise TBMM gündeminde uyuklamaya devam ediyor. Ne İçişleri Bakanı ne de İstanbul’un sorunlarını en iyi kendisinin bilmesiyle övünen Başbakan, bu konuda kıllarını kıpırdatıyorlar.
Kim bilir, belki de istedikleri herkesin trafik yoğunluğundan bıkıp bu kenti terk etmesi!
İnsansız ve otomobilsiz bir İstanbul’u yönetmek ne kadar eğlenceli bir iş olurdu, bir düşünsenize.
Yayla’yı eleştirelim ama özgürlükleri koruyalım
DÜN İslamcı gazetelerin köşelerinde en gözde konu Prof. Dr. Atilla Yayla idi.
Prof. Dr. Yayla’nın "Kemalizm Türkiye’yi geriye götürdü" sözlerine gösterilen tepkileri eleştiren yazılardı bunlar.
Konu elbette en geniş anlamıyla fikir ve düşünceyi açıklama özgürlüğünü ilgilendiriyor.
Herkes gibi, Yayla da istediğini düşünmek ve konuşmak hakkına sahip. Ve çok doğaldır ki bu görüşe karşı olanlar da görüşlerini açıklamak ve eleştiri yapmak hakkına sahipler.
Ancak tartışma tam da Türkiye’ye uygun bir zeminde sürüp gidiyor.
İslamcılar, Yayla’yı savunmak bahanesi ile fırsattan istifade Atatürk’e olan kinlerini kusarlarken, Atatürkçüler de eleştirilerini "Vay sen nasıl böyle konuşursun" düzleminde dile getiriyorlar.
Şunu söylemek istiyorum: Yayla ve benzerlerinin fikirlerinin yanlışlığını ortaya koymaktan çekinmeyelim ama bunu yerine getirirken de düşünceyi ifade özgürlüğünü bir kenara kaldırıp atmayalım.
Çünkü bu özgürlük, Atatürk’ün koyduğu çağdaş medeniyet seviyesine ulaşma hedefinin ayrılmaz bir parçası.
Kemalizm’in bu ülkeyi ileri mi götürdüğü, geriye mi döndürdüğünü anlamak için dönüp şeriatçı rejimlerin hákim olduğu ülkelere bir bakmak yeterli.
Oralarda nasıl bir hayat yaşanıyor, kadınların toplum içindeki durumları ne, onca petrol parasına rağmen o ülkeler neden hálá ortaçağ görüntüsünden kurtulamıyor?
Yayla ve benzeri düşüncedekiler ne derlerse desinler, Türkiye, Atatürk devrimleri ile çıktığı yolda, çağdaş medeniyet hedefiyle yürümeye devam edecek.