Paylaş
Zaten sabahın erken saatlerinde metroda, Starbucks’ta, bagelcide karşılaştığınız kadın ve erkeklerin bazılarının saçlarının hâlâ ıslak olduğunu görmek de şaşırtıcı bir durum değildir.
Onun için başlıktaki “moda”nın bu ülkede pek tutmayabileceğini söyleyebilirim.
Bununla ilgili haberi New York Times’ın “styles” bölümünde okudum.
Haberi yazan muhabir “Bazı insanlar sabunu, şampuanı ve deodorantı bir kenara bırakmış olmalarına rağmen hâlâ arkadaşları, sevgilileri ve ofis işlerini sürdürebiliyorlar” diyerek hayretini de anlatıyor.
Ben şaşırmadım tabii. Biz alışkınız suya, sabuna dokunmadıkları halde işlerini sürdürebilen, sevgilileri ile gezip eğlenebilen insanların varlığına!
Bu modanın yayılmasının en temel nedeni, yıkanma konusunda tembellik ya da suların akmıyor olması değil elbette. Mesele yine dönüp dolaşıp “doğal yaşama geri dönüş” fikrine bağlanıyor.
“Eskiden sabun mu vardı, deodorant mı vardı” gibi bir düşünce yani.
Malibu’da yaşayan 55 yaşındaki Jenefer Palmer isimli kadın da bu modanın öncülerinden. Deodorant ve parfüm asla kullanmıyor, her gün duş yapmayı ve şampuanı bırakmış, haftada üç gün kuru suyla yıkanıyor. Ama eski alışkanlıklardan kurtulmak da kolay olmuyor ki her gün ıslak bir bezle koltukaltlarını, bacaklarının arasını, ayaklarını silip temizliyormuş.
Bunu yapması normal görülebilir çünkü kendisi aynı zamanda organik cilt koruma ürünleri üreten bir şirketin sahibi ve CEO’su. 65 yaşındaki Katherine Ashenburg da bununla ilgili bir kitap bile yazmış. “Kirdeki temizlik” adında! “Bana pis Katherine diyecekler belki ama hâlâ akşam yemekleri için davet alabiliyorum” diyor.
İşi bu kadar abartmayanlar da var tabii. Onlar her gün duş yapıyorlar ama deodorant gibi kimyasal ürünlerin vücutlarına değmesine karşılar.
Duş aldıktan sonra deodorant yerine yarım kesilmiş limonu koltukaltlarına sürüp sokağa çıkıyorlar.
Bu ülkede, bir müşterinin şikâyeti üzerine bir garsonun “ter koktuğu için” o anda işten atıldığına tanıklık etmiş biri olarak şaşırtıcı bir durum bu benim için.
Ve umarım bu moda, ABD’de doğup bir çılgınlık halinde dünyayı saran diğer şeyler gibi yaygınlaşmaz!
Yepyeni bir lokanta konsepti
NEW York yeme-içme âleminin önemli adamlarından biri İtalyan asıllı şef Mario Batali. Kendisini Digitürk’teki yemek kanallarından hatırlıyor olabilirsiniz, kırmızı ayakkabılı, şişman, kirli kırmızı sakallı, sempatik aşçı! Aslında biraz kıskanırım da kendisini, Gwyhneth Paltrow ile bir İspanya yeme-içme turuna çıkmıştı, televizyondan ağzımın suyu akarak izlemiştim!
Batali’nin şöhreti sadece mutfaktaki becerisinden kaynaklanmıyor. Açtığı lokantalarda yer bulmak da o kadar kolay değil, iyi bir de işletmeci aynı zamanda.
Batali’nin büyük rüyası ise içinde her türlü yemeğin pişeceği, aynı zamanda insanların alışveriş de yapabilecekleri bir “pazar meydanı” açmaktı.
Bunu da bu yılın ağustos sonunda başardı. “Eataly” isimli bu yerde kendisi gibi aşçı olan iki ortağı daha var: Lidia Matthiccio Bastianich ve Joe Bastianich.
“Eataly” uydurma bir kelime. İngilizce “eat” (yemek) sözcüğünün okunuşu biçiminden yararlanıyor. “İitali” diye okunuyor ki İtalya’yı da çağrıştırıyor.
Beşinci Cadde üzerinde 23. ve 24. sokakların arasındaki blokun altını tümüyle kaplayan, yaklaşık 4.5 dönüm genişliğinde bir “dükkân” burası.
Dükkân dediysem gerçekten de dükkân ama biraz büyük!
Bu “dükkânın” içinde sırtını duvara vermiş durumda bir şarküteri, bir şarapçı, bir pastane, bir çikolatacı, bir tavukçu, bir balıkçı, bir kasap, bir taze makarnacı, bir manav, bir kitapçı, bir zücaciyeci, bir bakkal, bir kahveci, bir dondurmacı vs. var. “Vs.” diye geçtim, çünkü saymaktan ben yoruldum, siz de okurken yorulmayın.
Bütün bu “pazar” ortamının içine yayılmış yedi restoran var. Her biri ayrı ihtisasa sahip yedi lokanta. Balıkçı, etçi, makarnacı, pizzacı, tavuk çevirmeci, sebzeci! Peynir ve şarküteri ürünlerini ayaküstü atıştırarak, bir kadeh şarap içeceğiniz bir “tek tekçi” bile var!
Binanın çatı katında da bir İtalyan Bira Bahçesi açılacak ama ne yazık ki ben artık New York’tan dönmek zorundayım!
Burada satılan ürünlerin yüzde 80’i İtalya’dan geliyor. Yüzde 20’si Amerika’da İtalyan üreticiler tarafından üretilmiş. Mozarella orada gözünüzün önünde yapılıyor.
Her lokantanın kendi mönüsü var dedim ya şarap mönüleri de farklı. Bizleri “tek tip şarap listesine” mahkûm eden kadere ve pazarlama anlayışına bir kez daha isyan ediyorum!
Beni en çok etkileyen şey burayı hayata geçirenlerin sahip oldukları “vizyonun” genişliği oldu.
Evet, içindekiler New York’un en iyi lokantaları değil ama biliyorsunuz ki yemeklerde kullanılan malzemeler en iyileri. Zaten hepsi orada ayrıca da satılıyor ve yemekler de gözünüzün önünde onlarla pişiriliyor.
Bizim İstinye Park’ın içindeki pazar meydanı, buna çok yakın bir konsept. Ama orada her işletme ayrı ayrı ve ürün-hizmet standardı bu nedenle tutturulamıyor diye düşünüyorum.
Türkiye’de yapacak “yeni iş fikri” arayanların New York’a kadar uzanıp, buraya da bir göz atmasını öneririm.
Ama bir kere masaya oturan bir Türk’ü, yemeğini yer yemez kalkmaya nasıl ikna ederler, orasına karışmam!
Paylaş