Saklan, seni bir daha bulacağım

SAKLAMBAÇ oynamamış herhangi bir insan var mıdır, bilemiyorum.

Haberin Devamı

Sanıyorum dünyanın her yerinde benzer şekilde oynanıyor. Bütün dünyayı dolaşmış değilim elbette ama belli bir süre geçirdiğim birbirinden tamamen farklı kültürlerde tanık oldum ki oyunun temeli aynı. Bir ebe var, saklanan bir ya da daha fazla kişi.
Her yerdeki adı aynı mı, çocuklar oralarda da ebe olmak istemezler mi, onu da bilmiyorum tabii.
Mustafa Oğuz ile birlikte, Asya’nın en doğu ucundaki Viladivostok’ta “akşam yemeği için iyi bir lokanta” sorduğumuz otel resepsiyonisti bize “Kuku Restaurant Bar”ı önermişti mesela.
Kızın ne istediğimizi gerçekten anlayıp anlamadığını kapıdaki güvenlik müdürüne bir kez daha sorma ihtiyacı hissetmiştik. Meğerse lokantanın adı, o bölgede çocukların oynadığı, bizim saklambaca benzer bir oyunmuş.
Benim çocukluğumda saklambaç oyununda ebe olmak hiç iyi ve makbul bir durum sayılmazdı. Çocuklar için hâlâ öyle midir bilmiyorum ama şunu söylemeliyim ki bu yaşımda “saklanmanın” değil, “aramanın” önemli olduğunun farkındayım.
Aramak eylemi aktiftir, saklanmak ise pasif.
Saklanmak kolaydır.
Nereye, nasıl saklandığının önemi yoktur, neden saklandığının da.
Bir taşın arkası, bir kapının içi, bir makamın gölgesi, paranın kudreti, alıştığın düzenin koruyuculuğu...
Bunlardan birinin arkasına saklanır, hayatını tüketirsin.
Herhangi bir şey yapman, yeniden arayışlara girmen gerekmez.
İyi bir makama gelmişsindir, onun arkasına saklanırsın, tek derdin onu korumaktır.
Paran vardır, kendine daha çok güvenirsin, arkasına saklanır, yaşar gidersin.
Düzen! Roland Barthes’ın deyişiyle “sistematoların” kalesidir, içine saklanırlar, arada bir dışarı çıktıkları da olur ama dönüp dolaşıp, kurulu düzenlerinin huzuru içine çekilirler.
Saklanmak bu yüzden pasiftir. Bir şey yapman gerekmez, daha önce yapılmış ya da yaptığın bir şeyin arkasına siner, beklersin.
Ama unutma, Azrail en sıkı “ebe”dir, nereye saklanırsan saklan, gelir bulur.
Bestami’nin “Aramakla bulunmaz ama bulanlar sadece arayanlardır” sözünü seviyor olmamın nedeni tam olarak da budur.
Dostum Atila Türkmen kendisini “hep ebe” diye tanımlar mesela.
Bir işte başarılı olmak onu kesmez, onu bırakır, yenisinin peşine düşer. Benziyoruz birbirimize, bu yazının başlığına ilham veren de odur zaten.
Yetişkin saklambacının iki alanı vardır: İş ve aşk!
Ben “ebe” olmayı severim, yaşadığımı hissettirir bana, heyecan verir.
“Cennet vasatistanımızda” mütevazı olamayacağım, bu yüzden 4 gazete ile 30’dan fazla derginin birinci sayılarında adımın önünde “genel yayın müdürü” yazılı, bir tekiyle bile emekli olabilirdim oysa.
Bunlar dünyevi meseleler, bir kenara itip, geçmeyi öneririm, saklambaç oynamanın en iyi alanı aşk ilişkisidir bana soracak olursanız. Sormasanız da olur tabii ama fikrim değişmez.
Ajda Pekkan söylerdi, bir şarkı vardı, bilmem hatırlar mısınız:
“Saklambaç oynarken, beraberdik seninle/Biz ikimiz, saklanırken mesuttuk el ele...”
Çocukluğumuzda saklambaç ile doktorculuk aynı anda oynanmazdı diye hatırlıyorum ama belli ki bu şarkıya ilham veren ikili aslında oyun oynayacak yaşı geçmiş olmalı.
Zaten iki kişilik saklambacın zevki de oyun oynayacak yaşı geçtikten sonra çıkar.
Ama şarkıdaki temel sorun bu değil bence.
“El ele saklanırken, mesut olmak” durumundan söz ediyorum ki sırtım ürperiyor!
Düşünün: Dışarıda bir “arayan” var ve her an gelip, o iki eli birbirinden ayırıp, bir tanesini yanında sürükleyip götürebilir!
Bir insanın başına gelecek en şahane şey bana göre birisini deli gibi sevmektir, âşık olmaktır.
Başlangıçta delirmek gerekmez tabii, delice sevmenin zamanla gelişen bir duygu olduğunu düşünürüm.
Geleneksel görüş ile pek uyuşmuyorum gördüğünüz gibi.
Hani aşkın ömrünün kaç gün, kaç ay, kaç yıl olduğuna ilişkin tartışmalarda belirtilen görüşler var ya, onlarla aram iyi değil.
Bedri Rahmi’ye bir köylü şöyle demiş vaktiyle, daha önce de bu köşede aktarmış olmalıyım ama tekrardan zarar gelmez: “Seversin, kavuşamazsın, aşk olur.”
Genel kabul, ismi bilinmeyen bu köylünün düşüncesine yakındır. Bir kere kavuşulunca aşkın zaman içinde zayıflayacağına, sonra dönüşeceğine inanılır.
Oysa “İşte hayatımın kadınını buldum” (ya da erkeği) dediğiniz anda başlar bence de her şey.
İnsan, mutluluğunu maksimize etmek üzere hareket eden bir canlıdır varsayımımız doğruysa, bulduğunuzu düşündüğünüz andan itibaren kendinizi daha çok vermeniz gerekir.
Alexandre Jardin’in önce romanını yazıp, sonra da filmini yönettiği Fanfan’da Vincent Perez,”flörtü ölene dek sürdürebilmek için” sevdiği kadınla hiçbir şekilde ilişkiye girmeyen bir erkeği oynuyordu. Birlikte çıkılan tatiller, yenilen yemekler, saatlerce süren sohbetler, ama dokunmak yasak!
Karşısında dünyanın en güzel kadınlarından biri, Sophie Marceau, Fanfan’ı oynuyordu.
Kadınlar her zaman erkeklerden daha akıllıdırlar, nitekim bu saçmalığa itiraz etti:
“Her sabah seni terk edeceğim, beni yeniden kazanmak için akşama kadar vaktin var. Başaramadığın gün beni bir daha göremeyeceksin”.
Böylece Perez hem aradığı “ölümsüz aşkı” buldu hem de o insanın içinde havai fişekler patlatabilecek güzellikteki kadına uzaktan bakmaktan kurtuldu!
Bu sonuç olarak bir film tabii, kurmaca, ama gerçek hayatta da böyle olacağını biliyorum.
Ne dersiniz? Böyle bir “saklambaç” oyununa hazır mısınız?
Hep siz ebe olacaksınız, onu bulacaksınız, bulduktan sonra “saklan, yine bulacağım” diyeceksiniz.
Bunu yapabilir misiniz? Onu her sabah terk etmeye ve akşama kadar geri dönüşünü beklemeye cesaretiniz var mı?
“Fırsattan yararlanıp, kaçar gider mi” diye yüreğiniz atacak, her sabah onu yeniden bulduğunuzda dünyalara yeniden sahip olacaksınız.
Hayatınızın kadını, hayatınızın en önemli “şey”idir. Asla vazgeçmemeniz gereken, asla kırmamanız gereken tek “şey”.
Bir erkeği olgunlaştırıp, yaşamdan zevk almasını, yaşamından memnun olmasını sağlayan şey sadece o çok özel bir tek kadındır. Ne para, ne unvan, ne de başarı.
Bir erkeğin, “her şeyim” diyebileceği bir kadını bulabilmesi o kadar da kolay değildir elbette.
Ama bulduktan sonra elinizde tutmayı başarabilmek daha da zordur.
Onu her bulduğunuzda, “Saklan, yine bulacağım” deme cesaretiniz varsa, bu yolda önemli bir mesafe kat etmişsiniz demektir.

Yazarın Tüm Yazıları