Paylaş
Bakan Ergin, Uluslararası Gazeteciler Komitesi’nin Türkiye’de 49 tutuklu gazeteci bulunduğuna ilişkin açıklamasını da şöyle değerlendirdi:
“Ekimde 76 demişlerdi, 49’a indirdiler. Ben buradan ilan ediyorum, bu liste de inecektir. Bu liste içinde banka soyan, adam öldüren, gasp yapanlar da var.”
Üzülerek söylemem gerekiyor ki Bakan Bey demagoji yapıyor.
Söz oyunlarının arkasına gizlenerek gerçeği tahrif ediyor, konuyla ilgili bilgileri az ya da hiç olmayan insanları kandırıyor.
Söz konusu kuruluş ekim ayında yayınladığı raporda Türkiye’de hapishanelerde 76 gazeteci bulunduğunu, bunlardan 61’inin gazetecilik faaliyeti nedeniyle tutuklu olduğunu açıklamıştı. Bu süre içinde 16 gazeteci serbest bırakıldı. Arada tutuklananlar, bırakılanlar olduğu anlaşılıyor ki sayı 49’a inmiş. Sonuç değişmiyor:
Türkiye, hapishanelerdeki 49 tutuklu gazeteciyle dünya fikir özgürlükleri utanç liginde şampiyon!
Öte yandan şunu da biliyoruz ki bu insanlar, polisin ve savcıların marifetleri nedeniyle “terörizm” suçundan yargılanıyorlar.
Bir pankart açanın bile “terör örgütü üyesi olmasa bile terör örgütünün amaçları doğrultusunda faaliyet göstermekten” mahkûm olabildiği bir ülkede, en kolay şey bir fikri savunanların üzerine bu suçu atmak. Evet, bu insanların bir bölümü, herkesin bildiği, okuduğu gazetelerde yazmıyorlardı.
Evet, bu insanların yazdığı dergiler ve gazeteler Türkiye’de çoğunluğun benimsemediği fikirleri savunuyorlar.
Evet, bazı terör örgütlerinin bu yayınlar ile gizli–açık ilişkisi de var.
Ama sonuç değişmiyor: Bir demokraside hiç beğenmediğimiz fikirleri savunanların bile söz söyleme, fikir açıklama hürriyetleri vardır. Bu olmazsa olmaz bir
gereklilik. Elinde silahla sokağa çıkmadığı, terör eylemlerinde fiilen yer almadığı, bunları planlamadığı sürece herkesin bir fikri özgürce savunma hakkı var!
Bugün Türkiye’nin bu nedenle eleştirilmesinin nedeni, bu temel demokratik hakkın tanınmamasından başka bir şey de değil.
Adalet Bakanı, böyle bir ülkenin bakanı! Bu da övünülecek bir durum sayılmaz.
Polisin itibarını korumak
İSTANBUL’da bir polis memuru, bir teröristin alçakça saldırısıyla şehit oldu.
Neye ve kime hizmet ettiği son derece kuşkulu bir örgütün bu eyleminin, sadece şehit polisin meslektaşlarında değil, hepimizde bir nefret duygusu uyandırdığı gerçek.
Sanıyorum işkence ve kötü muamele yapmaktan sorumlu polislerin cezasız kalmasına dikkat çektiğim yazılarım nedeniyle olsa gerek, bu olaydan sonra bazı tepkiler aldım.
Alçak bir saldırı ile şehit edilen polis memuru ile yazılarım arasında ilişki kuruluyor.
Bu tür yazılar yazdığım için polisleri hedef gösterdiğim iddia ediliyor.
Tehdit içerenleri de var aralarında, onları ciddiye almıyorum. Ama bir meslektaşlarını kaybetmenin acısıyla kaleme–kâğıda sarılan polis memurlarını ciddiye alıyorum. Bu ülkede, biz sıradan vatandaşların polise güveniyor olması gerekir.
Başımıza bir iş geldiğinde, şu ya da bu nedenle polis ile bir işimiz olduğunda ona güvenmeliyiz. Bunu sağlayacak tek şey, polisin yasalara göre davrandığını, keyfiliğe yer olmadığını, herkesin yasaların gerektirdiği şekilde eşit muamele göreceğini biliyor ve bundan emin oluyor olmamızdır.
Her kurumda olduğu gibi polisin içinde de çürükler var.
Rüşvetçileri, suç örgütleriyle ilişkide olanları, bulunduğu konumu kişisel çıkarları için kullananları polisimiz genellikle titiz bir şekilde içinden ayıklayabiliyor.
Ama sıra işkence ve kötü muameleye gelince, bir mesleki dayanışma endişesi ortaya çıkıyor. Bu tür polisler, meslektaşları ve amirleri tarafından korunuyor.
Bu nedenle de demokratik bir ülkeye yakışmayan bu tür olayların önü bir türlü kesilemiyor.
İşkence ve kötü muameleyi alışkanlık haline getirenleri eleştiriyor olmamızdan en çok mutlu olması gerekenler, görevlerini fedakârca yerine getiren, dürüst polisler olmalıdır.
Kendilerini, eli kolu bağlı insanlara eziyet edenlerle bir görmemeliler, bununla mücadeleyi aslında önce onlar yapmalılar.
Çünkü bir damla zehir, bütün bir sürahi suyu zehirlemeye, kirletmeye yetiyor.
İşkence ve kötü muameleyi alışkanlık haline getirenler, en büyük zararı kendi meslektaşlarına veriyor.
Çok ciddi bir ruhsal problem var
SEKİZİNCİ Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın ölümündeki kuşkuları gidermek için yapılan Adli Tıp incelemesi, hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde, Özal’ın zehirlenme nedeniyle ölmediğini ortaya koyuyor.
Bununla ilgili detayları ve Taha Akyol’un dün yayımlanan çok açıklayıcı yazısını okumuş olduğunuzu varsaydığım için bir yana bırakıyorum.
Her konuda olduğu gibi bu konuda da bir kez daha ikiye bölünmüş durumdayız.
Bir kısmımız adli tıp raporundan tatmin olduk, rahmetli Özal’ın zehirlenmediğini zaten varsayıyorduk, rapor bunu kanıtlamış oldu.
Öbür yarımız ise bu raporun altında da bir bit yeniği olduğuna inanıyor. “Özal’ı zehirleyen derin devletin bu raporu da manipüle ettiğine” inanıyor.
Rapor tersi yönde çıksaydı, yani Özal’ın zehirlenme sonucunda öldürüldüğü iddiası raporla desteklenseydi durum tam tersi olacaktı.
Zehirlendiğine inananlar bir kanıt bulmuş olmaktan dolayı mutlu olacaktı.
Zehirlenmediğine inananlar ise “bazı hesaplar nedeniyle raporun böyle yazıldığını, gerçeği yansıtmadığını” söyleyip, savunacaklardı.
Bugün bir yarımız rapora inanmıyor, tersi sonuç çıksaydı öbür yarımız inanmayacaktı.
Çok derin bir toplumsal–ruhsal problem yaşadığımızın bir örneği daha bu.
Hepimizin sıkı bir tedaviye ihtiyacı var ama sanırım böyle bir terapiyi almaya da hiçbirimiz hazır değiliz!
Paylaş