Paylaş
Birkaç gün bekledim, belki harcamalardaki aşırı artış ile ilgili bir açıklama yapılır diye ama olmadı. Medyada da konunun üzerinde durulmadı.
Örtülü ödenekten 2003 yılında 103 milyon lira harcanmış. Sonraki iki yıl da bu civarda. 2006 yılında harcamalar bir misli artmış, 207 milyon liraya çıkmış.
Ondan sonraki yıllarda artış sürüyor. 2007’de 262 milyon, 2008’de 280 milyon, 2009’da 341 milyon, 2010’da 383 milyon, 2011’de 391 milyon lira harcama görülüyor.
2012 yılının ilk dokuz ayındaki örtülü ödenek harcaması ise bir tür quantum sıçraması yapmış, 869 milyon liraya ulaşmış.
MİT’in bir yıllık 812 milyon liralık bütçesinin bile üstünde bir rakam bu.
Örtülü ödenek “devletin milli güvenliği ve yüksek menfaatleri ile ilgili itibarının korunması” için yaratılmış bir düzenleme.
Başbakan, örtülü ödenek harcamalarının içeriğini açıklama zorunluluğu olmadan bu bütçeyi harcayabilir.
“Bu parayı neden buraya harcadın” diye de sorgulayamayız, böyle bir yetkisi var çünkü.
Ama artışın tam da bu dönemde olması ve bu kadar yüksek olması yine de dikkat çekici!
Umalım ki harcama yasadaki amacına uygun olarak harcanmış olsun.
Bu arada aklıma gelmişken şunu da sorayım bari:
Bisküvi kutuları içinde ele geçirilen silahları kimin satın alıp, Türkiye’den Yemen’e gönderdiği ile ilgili soruşturma ne âlemde?
Karşılıklı test süreci başladı
CUMHURBAŞKANI Abdullah Gül ile Başbakan Recep Tayyip Erdoğan arasında, gelecekteki görev paylaşımı konusunda bir çatışma beklemediğimi daha önce yazmıştım.
Cumhurbaşkanı Gül’ün, Başbakan Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olma isteğine karşı çıkmayacağını, onunla bu konuda bir yarışa girmeyeceğini düşünüyorum.
Ama eğer başkanlık sistemi konusunda AKP’nin beklentisi gerçekleşirse durumun değişebileceğini de bir kenara not etmek gerek.
Bu durum belli olana kadar tarafların açıkça bir çekişmeye girmeyeceklerini ama birbirlerini test etmekten de vazgeçmeyeceklerini söyleyebilirim.
Nitekim Cumhurbaşkanı Gül, İngiliz Financial Times gazetesine verdiği demeçte ilginç bir şey söylüyor:
“Onun (Erdoğan’ın) söylemi benimkinden farklı. Ben, cumhurbaşkanı olarak siyasetçi değilim. Ben, resme daha geniş bir açıdan bakıyorum veya temsil ediyorum ve herkesi kucaklıyorum.”
İlginç bir cümle! Satır arasında Başbakan’ın “resme dar açıdan baktığını” da okuyabilirsiniz tabii.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün “tutuklu gazeteciler” ile ilgili tutumu da hükümetin ve Başbakan’ın tutumunun neredeyse tam tersi.
Başbakan ve AKP yöneticileri Türkiye’de tutuklu gazeteci bulunmadığını, tutuklu bulunanların “terörist” olduğunu söylüyor. Ama Cumhurbaşkanı bu konudan en çok üzüntü duyan insanın kendisi olduğunu söylüyor.
Bu durumun Türkiye’nin ilerlemesine gölge düşürdüğünü belirtiyor.
Hürriyet Daily News’ten Sevil Küçükkoşum’un haberine göre Gül, kendisini ziyaret eden Uluslararası Yazarlar Birliği heyetine “Bir cumhurbaşkanı olarak herkesten çok ben bu sorunların çözüldüğünü ve artık ülkemizin gündeminden çıktığını görmek isterim” diyor.
Öyle görünüyor ki bu tür karşılıklı “testler” kırıcı olmamaya özen gösterilerek bir süre daha gidecek.
Davanın özü gözden kaçmasın
ODA TV davası sonuna yaklaşıldı denilirken yeniden başlamaya aday görünüyor. Bu dava da Ergenekon davası ile birleştirilse bir taşla birkaç kuş birden vurulacak, bir yandan Ergenekon davası uzadıkça uzayacak, diğer yandan Oda TV davasının bitmesini hapiste bekleyenler Silivri’de beklemeye devam edecek.
Öte yandan Oda TV bilgisayarlarına gönderildiği iddia edilen bazı dokümanlar ile ilgili TÜBİTAK raporu da tartışmanın merkezinde yer almaya devam ediyor.
TÜBİTAK’ın “hem öyle, hem böyle” tadındaki raporu tartışılıyor.
Bu tartışmalara bakınca memleketimizin hukuk ve basın özgürlüğü ile ilgili temel sorunları da bir kez daha ortaya çıkıyor.
Oda TV sanıklarının bilgisayarlarında bulunan dokümanların virüsle mi gönderildiğinin, yoksa sanıklar tarafından mı oluşturulduğunun aslına bakarsanız hiç önemi yok!
Diyelim ki savcının iddiası doğru, bu dokümanlar bizzat Oda TV çalışanlarınca yaratıldı ve yazıldı.
Bu nasıl bir “terör suçu” oluşturuyor, anlayamıyorum. Bir hükümete karşı olmak, bir demokraside insanların rahatlıkla savunabileceği bir hak değil midir?
Ya da açılmış bir davanın yanlışlığını kamuoyuna anlatmanın nesi suçtur?
Herkesin aynı fikirde olması gibi bir zorunluluk var da biz mi bilmiyoruz?
“Hükümeti zorla görevini yapamaz hale getirmekten” söz ediyorsanız, bu “zor”un yazılmış birkaç haber ve yorum ile ya da bir kitap ile gerçekleşebileceğini iddia etmek, düşünce ve ifade özgürlüğünü yok saymak değil midir?
İddianın dayandığı bütün kanıtlar yazılmış haberler, kitaplardan ibaret. Bir demokraside bunlar nasıl suç olabilir ki bilgisayarlar inceleniyor, bilirkişi raporları yazılıyor, bunları sanıklar mı yazdı, başkaları mı gönderdi konusu tartışılıyor?
Ama davayı öyle bir hale getirmeyi başardılar ki sanıkların avukatları bile en temel özgürlüğü savunmak yerine işi gücü bırakıp, bilgisayar raporlarının peşinde.
Bu davada yargılanan konu, ifade ve düşünce özgürlüğüdür, gerisi teferruattan ibaret!
Paylaş