Paylaş
Neden en başından beri bu olasılık düşünülmemişti, bilemiyorum. Bu tür suçlar, bir kişinin kendi başına işleyebileceği suçlar değildir. Takip, cihazların yerleştirilmesi, kayıtların elde edilmesi, bir internet sitesi üzerinden yayımlanması gibi zor ve karmaşık işleri bir örgütün gerçekleştirmiş olması, daha büyük olasılıktır.
Tıpkı seçim öncesinde “MHP’yi yeniden dizayn etmek için” kurulan tuzağın da kişisel bir iş olamayacağı gibi! Sahi, o soruşturma ne durumda acaba?
Tabii ilginç olan durum şu ki Ankara’da “örgütlü suçların” değerlendirilmesi konusunda da bir kafa karışıklığı görülüyor.
Mesela Anayasa Mahkemesi üyesi Osman Paksüt ve eşini takip edip, özel görüşmelerini kaydeden polisler “görevi kötüye kullanmak” ile suçlanıyorlardı. Sonra yargıç, “hukuka aykırı olarak kişisel verilerin kaydedilmesi” suçlaması ile ek savunma istedi.
Bu iş neden “örgütlü suç” çerçevesinde takip edilmedi, anlamak zor. Bu polisler, bu kaydı niçin yaptılar, kimin emriyle yaptılar, amaçları neydi, nasıl bir emir komuta zinciri içinde yer alıyorlar konusu araştırılmadı. Bu araştırılırsa bir “örgüt” ortaya çıkar diye mi çekinildi yoksa?
Aynı şekilde Uğur Dündar’ın eşinin yurtdışı giriş-çıkış bilgilerini, bilgisayardan çalıp gazetelere servis eden polisler de “kişisel verilerin hukuka aykırı olarak açıklanmasından” yargılandılar ve mahkûm oldular. İşin ilginç yönü bu suçtan mahkûm olan polislerden biri, Paksüt’ün takibi olayından da yargılanıyor.
Bu polisler bu işi kişisel zevkleri için mi yaptılar? İki suçu da birbirine bağlayan bir “ortak zanlı” varken, bir örgüt aramak neden savcının aklına gelmedi? Üstelik Ankara’da saç kestirmek bile örgüt üyeliğine karine teşkil ederken?
Dün Akşam’da Emniyet Genel Müdürlüğü’nde yaşanan bir skandal manşetti. Deniz Limanları Şube Müdürü Mustafa Aral’ın odasını dinlemek üzere yerleştirilmiş iki “böcek” bulunmuş ve olaya tanık eden beş polis memuru ile Aral tarafından tutulan bir tutanakla durum tespit edilmişti.
Tutanağa göre böcekler “200-250 metre öteye ses aktarabilen taşıyıcı” olarak tanımlanıyordu. Savcılık bu dosyayı dört günde kapatınca Aral itiraz etmiş. Şimdi ortaya çıkıyor ki tutanak değiştirilmiş, cihazlar sesi sadece “20 metre öteye” aktarabiliyorlarmış ve savcılık da bu nedenle takipsizlik kararı vermiş.
Her gün bir internet sitesinde böyle kaydedilmiş konuşmaların yayımlandığı bir ülkede sesin “20 metre öteye aktarılabilmesi” belli ki sıradan bir uygulama gibi görülüyor!
Emniyet Genel Müdürlüğü binasında, bir polis müdürünün odasına böcek yerleştiren birileri var, 20 metre ya da 200 metre ileride oturup konuşmaları kaydediyorlar ve “takip edilecek suç yok”!
Bir tuhaflık olduğu çok açık değil mi?
Her taşın altından bir örgütlü suç bulup çıkarabilme yeteneğine sahip savcılarımız, bu işlerin de örgütlü olabileceğinden neden hiç kuşkulanmıyorlar acaba?
Olumlu gelişme ama yetmez
MİLLİ Güvenlik dersi kaldırıldı. Son derece doğru bir karar olduğunu söylemek istiyorum. Küçücük çocukları, bir sınıfın içinde askeri terbiyeye sokmak, subay girerken kapıda “dikkat” çekilmesi gibi bir saçmalık, bundan böyle anılarımızda kalacak ve iyi de olacak.
Ama okullarımızda saçma uygulamalar bundan ibaret değil.
Küçücük çocukların kravat takarak, ceket giyerek okula gitmeleri zorunluluğu olduğu yerde duruyor.
Katı disiplinleriyle tanınan bazı Anglosakson okullar dışında ortaöğretimde kravat takma zorunluluğu dünyanın neresinde var?
Zaten o kravat çocukların boynunda da doğru dürüst durmuyor, gömlek yakası açık, kravat neredeyse göbeğe kadar düşmüş, sakil görüntüler.
Çocukların okula rahat giysiler ile gitmelerinin, eğitimin kalitesi ile nasıl bir ilgisi olabilir ki?
Çocukların törenlerde uygun adım yürütülmesi de bir başka saçmalık. Bunlar asker mi ki yürüyüş sırasında hepsinin sol adımlarını aynı anda atmaları gereksin?
Milli Güvenlik dersini kaldırmakla işe başlamışken, bu konulara da bir çözüm getirilmesinde yarar var.
Sadece tabela asmak yetmiyor
BİR yandan Akdeniz Üniversitesi’ndeki hekimlerin yüz ve kol naklini başarıyla gerçekleştirmiş olmasıyla iftihar ederken, diğer yandan da sağlık sistemimizin bir türlü çözülemeyen çirkin yüzüne tanıklık etmeye de devam ediyoruz.
İstanbul’da bir halk otobüsü sürücüsünün dikkatsizliği nedeniyle yaralanan Suna Düzyol, kaldırıldığı “eğitim ve araştırma hastanesinde” tam teşekküllü yoğun bakım ünitesi ve solunum cihazı olmadığı için hayatını kaybetti.
Bu nasıl bir “eğitim ve araştırma hastanesi” ki bu durumda hastalar ölebiliyor?
Sağlık Bakanlığı da binanın kapısına tabela asmakla eğitim ve araştırma hastanesi olunamayacağını böylece görmüş olmalı.
Şırnak İdil’de menenjite yakalanan 2 yaşındaki Muhammet Erşek, kaldırıldığı Diyarbakır Çocuk Hastanesi’ne yer yok denilerek alınmayınca ambulansta yaşamını kaybetti.
Kuşkusuz ki Sağlık Bakanlığı şimdi soruşturma açacak ve bu iki ölümdeki ihmallerin sorumlularını bulmaya çalışacak.
Ama bu durum bakanlığın sorumluluğunu ortadan kaldırmıyor.
Açıkça ortaya çıkıyor ki sağlık hizmetlerindeki kalitenin standardizasyonu ile ilgili önemli bir sorun var ve insanlar ölebiliyor.
Paylaş