Paylaş
SİNEMA tarihinin gelmiş geçmiş en güzel kadınlarından biri kuşkusuz ki Ingrid Bergman idi.
1.80’lik boyu, Boticelli’nin fırçasından çıkmış kadar orantılı yüzüyle bir kuzeyli tanrıçaydı.
Ama onu çağdaşı diğer güzel film oyuncusu kadınlardan ayıran şey zekâsıydı.
Kendisini aşağılayan, alçaltan ve kontrolü altına alıp ezmek isteyen Hollywood’un kalıplaşmış kurallarına isyan eden bir karakterdi.
Sanatının zirvesindeyken, İtalya’da, Stromboli’nin çekimi sırasında yönetmen Roberto Rossellini’ye âşık oldu ve kocası ile kızını terk etti. (Günümüzün önemli oyuncularından İsabella Rossellini, bu ikinci evliliğinden doğan kızıdır.)
O yılların muhafazakâr Amerika’sında yeni sevgilisinden hamile kalarak çocuğunu terk eden bir kadının, Hollywood’da barınmasına artık olanak yoktur deniliyordu.
İyice yaşlandığında o günleri şöyle değerlendirecekti:
“Önce azizelikten fahişeliğe düştüm, sonra tekrar azizeliğe yükseldim. Üstelik bunların hepsini bir ömre sığdırdım.”
Ama o direndi, oynamak istemediği hiçbir rolü filmlerinde oynamadığı gibi, kendi hayatında da oynamadı.
Selznick’in önerdiği bir rolü reddederken şöyle demişti:
“Bu filmi yapmayacağım. Çünkü bu hikâyeye inanmıyorum. Kadın kahraman bir entelektüel ve entelektüel bir kadın böyle körü körüne âşık olamaz.”
David Smiedt’in Bergman için yazdığı portre yazısını artık Türkiye’de de yayınlanan The Rake dergisinde okudum.
Yazar, Bergman’ın bir sözünü aktarıyor:
“Öpüşmek, sözcükler kifayetsiz olduğunda konuşmayı kesmek üzere doğa tarafından tasarlanmış çok hoş bir oyundur.”
Birçok erkek okuyucunun “Karşında Bergman dururken konuşarak vakit kaybetmek niye” dediğini de duyar gibiyim, özellikle genç olanların!
Evet, erkek ruhu biraz sabırsızdır.
Karşısında etkilendiği, güzel bir kadın görünce o ruh huzursuzlanır, adamı dürtmeye başlar!
Konuşmak yerine bir an önce sonuca ulaşmayı ister ama böyle yaptığı vakit de kuş elden uçar gider.
Konuşmak, doya doya konuşmak, günler geceler boyunca konuşmak göze alınamıyorsa, dediğim gibi ya kuş uçar ya da o ilişkinin ömrü kelebeğin ömrü kadar olur.
Bir kadını kendinize âşık etmenin yolu da buradan geçer.
Eski dostumuz İspanyol gazeteci–filozof Jose Ortega y Gasset bakın “Santillana Markizi’nin Portresi Önünde Düşünceler” başlıklı denemesinde neler yazmış, biraz uzunca bir alıntı yapacağım, ama okumaya değer.
“Kadında bir kendini saklama ve gizleme içgüdüsü vardır: Kadın ruhu, sırtını sanki dış dünyaya dönmüş gibi, içteki tutkulu mayalanmayı saklayarak yaşar. Alçakgönüllü davranışlar, bu içi saklama tutumunun yalnızca simgesel biçimidir. Kadının, erkeğin bakışlarından saklamaya çalıştığı, aslında bedeni değil, erkeğin bedene yönelttiği niyetlere karşı gösterdiği tepkidir.”
Kadın, kamunun önüne çıkmadan önce ne kadar çok hazırlık yapar, ne denli çekici olmaya çalışırsa, kamuyla gerçek kişiliği arasında o denli büyük bir uzaklık yaratmış olur. Kadının, çevresinde yarattığı hayranlık ne oranda artarsa, o kadın tarafından seçilmeyecek erkeklerin sayısı da o ölçüde artar. Ve bu erkekler uzaktan seyirci kalmaya yazgılı olduklarını anlarlar. Bir kadının kendisiyle başkaları arasına koyduğu bütün o lüksten ve zarafetten, bütün o süslenmeler ve mücevherlerden güdülen amaç, kadının, iç benliğini saklama, bu benliği daha gizemli, daha ulaşılmaz, daha erişilmez kılma isteğidir.”
Alıntımız burada bitiyor, şimdi ben devam ediyorum.
Kadınların bu “direnişini” kırmanın yolu bir tek şeyden geçer: Flört!
Erkek, kadını takip eden bir izleyici ve “herhangi bir kişi” olmaktan flört yoluyla kurtulabilir.
Kadının, kendisini korumak için taktığı alışılmış, geleneksel vs maskeyi indirmek ve ruhunu yeni bir ilişkiye açabilmek için bu olmazsa olmaz bir şeydir.
Bergman’ın sözüne dönecek olursak, “öpüşme” ancak “artık sözlerle her şeyin ifade edilemeyeceği bir aşamaya geçildiğinde” mümkün olabilir.
Çünkü kadın–erkek ilişkisinin en “intim” yönü, öpüşmektir aslına bakarsanız.
Fahişelerin bile parayla cinsel ilişkiye girebilmelerine karşın, öpüşmek konusunda isteksizlikleri, hatta bunu kesinlikle “yasak bir davranış” gibi ortaya koymalarının nedeni bu “gizlilik” durumu ile ilgilidir.
Şimdi bu yazdıklarım ile gerçek hayatta her önüne gelenle öpüşen kişilerin varlığının bir çelişki olduğunu düşünebilirsiniz.
Hayır, bu bir çelişki değil, sadece “erkek gibi” düşünen kadınların sayısının artışından kaynaklanan bir durum sadece.
“Gecelik ilişkiler” bu sayede kurulabiliyor ve onun için derinleşebilmesi de mümkün olmuyor.
İlişkiyi derinleştirecek şey en başında karşılıklı konuşmak, konuşmak, konuşmaktan geçiyor.
Günümüzde “ilişki danışmanlarının” en çok önerdiği şeyin “karşılıklı konuşmak” olduğunu da unutmayın.
Michael Todd, Elizabeth Taylor’u tam da böyle tavlamış:
Doris Lilly onları New York’taki El Morocco’da otururlarken görmüş, şöyle anlatıyor:
“Köşede bir masadaydılar. Ben de tam karşılarındaydım. İstemeden de olsa el ele tutuştuklarını, bacaklarını birbirlerine sürttüklerini görebiliyordum. Masanın altında ayakları birbirine dolanmıştı. Garson bir şişe şampanya getirdi, öylece oturdular. Birbirlerine notlar yazıp veriyorlardı. Bu saatlerce böyle sürüp gitti. En ufak sıkılma ve yorulma emaresi göstermediler.”
İşin sırrı budur.
Bir kadını beğeniyorsanız ve onu hayatınızın içine sokmak istiyorsanız yapmanız gereken şey bıkıp usanmadan ona olan ilginizi göstermeye devam etmektir.
Paylaş