Paylaş
Çünkü onlar “bilgiye” dayanarak konuşurlar, işlerini öyle görürler. Ya da en azından böyle yaptıklarını varsaymamız gerekir.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, bu en temel “yazısız kural”dan habersiz görünüyor.
Ekonomik gidişatı eleştiren TÜSİAD Başkanı’na veryansın etti.
Cumhurbaşkanı’nın sesine ve konuşma üslubuna artık tahammül edemediğim için konuşmalarını ancak ajanslar geçince, gazeteler yayınlayınca filan okuyarak öğrenebiliyorum, dinleyemiyorum.
Eminim benim gibilerin sayısı bu ülkede hiç az değil, onun için TÜSİAD Başkanı hakkında ne söylediğini buraya da aktarıyorum:
“TÜSİAD gibi kurumun başında olan insanlar ağızlarından çıkanı kulakları duyması gerekir. Çok açık söylüyorum, ben bazı konularda çok hassasımdır ve her şeyi belki somut olarak ortaya koymam ama kendisi onu düşünmesi lazım. TÜSİAD Başkanı’nın geçmişte Türkiye’ye ne tür bedeller ödettiğini gayet iyi bilen birisiyim. Onu değerli arkadaşlarımın inceleyip ortaya çıkarması mümkündür. Hangi işle iştigal etmişse o iş sebebiyle yaptıkları ve ödettikleri bedeller ortadadır. Hangi denetim kurumunda ne gibi görevler yaptılar ve oralardan ne tür bedeller ödettiler bunun üzerinde iyi durulması lazım. Bundan sonra bu tür yeni bedellere biz fırsat vermeyeceğiz, bunu da bilmeleri lazım. Sorumluluğunun bilinciyle hareket etmeyen bunun da hesabını verir.”
Şimdi bu sözlerin neresinden tutalım?
Önce “İnsanların ağzından çıkanı kulakları duyması gerekir” diyor ardından da “somut olarak ortaya koyamayacağını” söylediği bir suçlamada bulunuyor.
Somut olarak ortaya koyamayacağınız bir suçlamayı nasıl yapabiliyorsunuz peki?
Cumhurbaşkanı olup dokunulmazlık kazandığınız için mi?
İnsanın ağzından çıkanı kulağının duyması iyi bir şeydir kuşkusuz.
Ama bu sanırım hepimiz için geçerli olmalı.
TÜSİAD Başkanı, yaptığı “gıllıkışlı işlerle Türkiye’ye bedeller ödettiyse” bunun gerekleri, yasalar çerçevesinde yerine getirilir.
Ortaya bir iddia atıp bırakmakla olmaz bu işler.
Cumhurbaşkanlığı makamı dedikodu üretme makamı olmamalıdır. Madem bunları inceleyip ortaya çıkarabilecek arkadaşlarınız var, onları görevlendirin.
Görevlerini yerine getirsinler ve ortada bir suç ile suçlu varsa, cezalarını mahkemeler verir.
Ama bunu yapamıyorsanız, bir sivil toplum kuruluşunun başkanını da böyle suçlayamazsınız, en azından ayıp olur, bulunduğunuz makama yakışmaz.
Bu sözlerin arkasından da bir tehditte bulunuyor Cumhurbaşkanı.
“Sorumluluğunun bilinciyle hareket etmeyen bunun hesabını verir” diyor.
“Sorumluluk bilinci” dediği şey, ekonomik politikaların eleştiri üstü tutulması.
TÜSİAD Başkanı, bu konulara girmeseydi, ne Türkiye’ye ödettiği bedeller hatırlanacaktı, ne de “Sorumluluğunu bil” uyarısı.
Bu bir tehdit. Demek istiyor ki “Böyle konuşmaya devam edersen, bir yolunu bulur çanına ot tıkarım”.
Bu şimdi bir Cumhurbaşkanı’na yakışıyor mu?
TÜSİAD Başkanı bir eleştiri yaptı, ekonominin gidişatı ile ilgili bir eleştiri.
Buna hükümet yöneticileri cevap verebilirler mi?
Evet, verebilirler. Ama üslup böyle olmaz.
O vakit dersiniz ki “TÜSİAD Başkanı yanlış biliyor. İşte ekonomi bu kadar büyüdü, TL şu kadar değer kazandı, ihracatımız patladı, ithalatımız çatladı, işsizlik şu kadardan bu kadara indi” vs.
Ama böyle bir yanıt verebilmesine de olanak yok, onun için veryansın ediyor, hayali suçlar icat edip “Çamur at izi kalır”dan medet umuyor.
Ve bu tutum, o makama hiç ama hiç yakışmıyor.
O makamın saygınlığını korumak hepimizin görevidir ama en çok da o makama beş yıl için seçilmiş kişinin görevi olmalıdır.
Herkesin kaybettiği bir oyun
İSTANBUL Film Festivali, 34 yıldır, bu kentin kültür yaşamının en önemli parçası oldu. Elbette zaman zaman tartışmalara da neden oldu ama içinde bir yarışma olan hangi festival, tartışmalardan kendisini kurtarabiliyor ki?
Ve şimdi o festivali de elimizden aldılar!
Kandil Dağı’nda çekilmiş bir belgesel film olan Bakur’un gösterilmesi, “tescil belgesi olmadığı” gerekçesiyle engellenince, 22 film festivalden çekildi, kapanış töreni ve yarışmalar iptal edildi vs.
Türkiye’de sinema salonlarında gösterilecek bütün filmlerin böyle bir tescil alma zorunluluğu var. Dünyanın başka yerlerinde de benzer uygulamalar var.
Ama bu kez sorun filmin Kandil Dağı’ndaki yaşam ile ilgili bir belgesel olmasından çıkıyor.
Bu tür festivallerde kolayca görmezden gelinebilen bürokratik eksiklikler, bir engel olarak ortaya konabiliyor.
Bürokrasinin en sevdiği yöntem de budur zaten: Kanunların, yönetmeliklerin orasına burasına saklanmış bazı hükümleri, beğenmediğin işleri engellemek için kullanmak!
“Film tescil belgesi yok” dediğinizde akan suları durdurabileceğinizi biliyorsunuz çünkü.
“Peki bugüne kadar tescil belgesi olmadığı halde Türkiye’deki festivallarde gösterilen film hiç olmadı mı” sorusuna da yanıt alamıyorsunuz.
Belli ki Kültür Bakanlığı bu filme kafayı takmış, gösterilmesin istedi ve bu yasal zorunluluğu dayatarak amacına ulaştığını zannediyor.
Sonuç olarak:
İstanbul Film Festivali, kolayca sırtını yerden kaldıramayacak duruma düşürüldü.
Normal olarak 200 kişinin uyuklayarak seyredeceği bir belgesel, Türkiye’nin gündemine girdi, tescil belgesini alınca yüz binler o filmi seyretmeye koşacak.
Türkiye’nin en prestijli film festivalinin adı “Filmleri sansürleyen festival”e çıktı.
Türkiye’de hükümetin medyadan sonra sanat üzerine de ağır bir baskı kurmak istediği imajını güçlendirecek bir örnek oldu.
Hiç kimse için iyi olmadı. Her yıl bu festivali heyecanla bekleyen sinemaseverler için de, hükümet için de, festival için de!
Paylaş