Paylaş
Frankfurt, Almanya’nın en güzel kenti değil kuşkusuz. Ama en çirkini de sayılmaz.
Berlin, Hamburg gibi kentlere göre sakin, Köln, Hannover gibilerine göre “capcanlı” bir şehirdir, severim.
Buraya yılda en az bir kere geliyorum, Kitap Fuarı için. Fuar alanının kapısında akreditasyon kartımı alıp, içeri girince bir başka dünyaya gelmiş gibi oluyorum.
Dünyanın en büyük kitap fuarı, gerçek anlamda bir fuar. Burada telif hakları alınır, satılır, fiziksel olarak kitaplar değil.
Bizde sırf indirimli kitap satmak için düzenlenen şeye neden “fuar” deniliyor da “panayır” denmiyor, bunu da bilemiyorum. Sanıyorum bunun sebebi “fuar” kelimesinin “panayır”a göre daha “zarif” olduğunun düşünülüyor olması.
Ben kelimelere kendi anlamlarının dışında böyle anlamlar yüklenmesinden hoşlanmam ve “panayır” kelimesinin de hakkını yedirtmem ama gücüm de bir yere kadar tabii!
Panayır, belirli zamanlarda kurulan, içinde eğlencelerin de düzenlendiği, malların sergilendiği, alışveriş de yapılan büyük pazar anlamına gelir.
Fuar, panayırın bir ileri aşamasıdır, mallar fiziksel olarak el değiştirmez, amaç sergilemek ve sipariş almaktır.
Neyse, konumuz bu değil, sözü uzattım yine.
Frankfurt Kitap Fuarı’nda salonları dolaşır, kitapları eller, tanıdık tanımadık yayıncılarla iki kelime ederken kendimi başka bir dünyada hissederim.
Gördüğüm her şeyin üzerine atlar, hangi dergi ile hangi dizi kitabın verilebileceğinin hayallerini kurar, bununla da yetinmeyip memleketimizde pek gelişmemiş “katma değerli kağıt işine”girmeyi planlarım.
Sonra dönüş yolunda THY’nin uçağına binerim, yerden kesilmiş ayaklarımı yeryüzüne indirecek olan odur çünkü. Üç saatlik uçuş süresince çok az insanın kitap, dergi vs okuduğuna tanık olurum. İnsanlarımız bedava dergiye bile lütfen göz atar, boşluğa gözlerini dikmeyi ya da uyumayı seçerler. Bu manzara, her geçen dakika kafamdan bir projeyi uçurur götürür.
Kişilik bölünmesi derken bunu kastediyorum, iki günde iki ayrı insan olabiliyorum çünkü.
Türkiye, kitap okumayan insanlar ülkesidir. Düzenli kitap okuyanlar on binde ikiyi bulmaz, Fransa’da yüzde 20’yi geçerken!
Çocuklara kitap hediye etme alışkanlığında 180 ülke içinde 140. sıradayız. Kitap için yılda harcadığımız para, dünya ortalamasının üçte biri kadar, 1 lirayı bulmuyor.
Bu gerçek yüzüme uçağa biner binmez çarpar, içimdeki gerçek Türk ortaya çıkar, hayalimdeki kitap projeleri birer birer rafa kalkar.
Kitap Fuarı dönemi Frankfurt’un en eğlenceli dönemidir. Dünyanın dört bir yanından yazarlar, gazeteciler, yayıncılar bu kentte bir araya gelir, gündüz iş, gece ise bol içki vardır.
Bir Alman halk deyişi varmış, Frankfurt’ta oturacak bir bar taburesi ararken öğrendim: Intelegent sauft, dumm frist!
“Entelektüeller içer, aptallar tıkınır” gibi bir anlamı var, sanırım bir kitap fuarı döneminde Frankfurt’ta icat edilmiş olmalı.
Frankfurt’a gelip de mutlaka ziyaret edilmesi gereken yerlerden biri de Casablanca isimli bardır.
Barın menajeri bir Türktür, Ahmet Ayberk.
Sinema tarihinin en ünlü repliği Humphrey Bogart’ın Casablanca filminde söylediği cümleydi: Play it again Sam!(Bir daha çal Sam.)
Ingrid Bergman, yıllar önce terk ettiği Bogart’ın işlettiği kulübe gelmiş ve piyanist Sam’den “As time goes by”ı çalmasını istemişti. Yarım kalmış bir aşkı hatırlattığından, şarkının kulübünde çalınmasını yasaklayan Bogart, hışımla odasından çıkıp ‘büyülü güzel’ Bergman’ı görünce durmuş ve şöyle düşünmüştü: O dayanıyorsa, ben de dayanabilirim! (Bence bu replik, daha önemli, belki bir gün yine bu konuya döneriz.)
Ahmet Ayberk, bir “miksoloji” uzmanıdır, karışımbilimci yani. İçkileri nasıl karıştıracağını bilir. Çoğu kez emprovizedir, izlediği bir filmden, gittiği bir lokantada burnuna gelen kokudan, rüzgârda uçuşan bir etekten, metroda aklına takılan bir bakıştan ilham alır, barın arkasına geçer ve “karıştırır”, içkiler birbirinin içine girer, tadları değişir, isimleri değişir.
Onun için Frankfurt’ta her seferinde Casablanca’ya gider, Bogart gibi sigaramdan derin bir nefes çeker ve seslenirim: Mix it again Ahmet! (Bir daha karıştır Ahmet!)
İçki karıştırmak bir sanat olduğu kadar, kimya bilmeyi de gerektirir. Botanikten de anlamalısınız ama asıl anlamanız gereken şey, barda oturup gözlerinizin içine bakarak “ne içebileceğini” soran bir insanı anlayıp, ona özel bir içki tattırmaktır.
Ahmet ile birlikte birkaç karışım yaratma deneyimim oldu.
En sonuncusunu da önceki gece yaptık, şimdi bu içkiye bir isim arıyorum ki bundan sonraki bar mönüsüne girsin.
İçkimiz şöyle: “Premium brand” bir cin alacaksınız, marka veremem, yasak biliyorsunuz.
Bir ölçü cinin içine yedi-sekiz yaprak fesleğen atıyoruz. Rayihasını cine vermesine yetecek kadar bir süre buz ile çalkalıyoruz. Bir uzun kokteyl bardağının ağzını ve parmağımızın yeteceği kadar derinliğini üç-dört fesleğen yaprağı ile iyice “siliyoruz” ki koku bardağa geçebilsin.
Bardağa buz atıyoruz, şeykırdaki cini buzun üzerine süzüyoruz, bir dilim salatalığa biraz karabiber ekerek, bardağın üzerine yerleştiriyoruz. Belki bayramda eşe-dosta yapmak istersiniz.
Ahmet rakı kokteylleri konusunda da uzman ve anason tadından hoşlanmayanların bile içebileceği karışımlar yaratıyor.
Ahmet’e göre bir bara gelen çiftten erkek olanı kadının sert bir şeyler içip, çabuk kıvama gelmesini istermiş. Buna karşılık kadınlar ise hafif ve tatlı bir şeyler içip, daha uzun zaman geçirmeye eğilimliymişler.
“Bilmedikleri şu ki şeker alkolün kana daha hızlı karışmasını sağlar. Aslında sert olan hafif, hafif görünen serttir” diyor, ben de size aktarmış olayım.
Şu aralar Frankfurt’taki Türk toplumunu en çok meşgul eden konu ise Fazıl Say’ın Genco Erkal ile Frankfurt’un o ünlü opera binasında 17 Kasım’da vereceği konser. Nâzım Oratoryosu bu kez Frankfurt’ta opera binasında sahneye konulacak.
Tahmin edeceğiniz gibi Kültür Bakanlığı’nın bu işe bir desteği yok. Erdoğan’ın gazabından tırsan özel sektör de sponsorluğa pek yanaşmıyor.
Ama Hessen Türkische Gemeinde bu işi yapmaya kararlı ve o tarihi binada Fazıl dinlemek de kesinlikle büyük bir ayrıcalık olacak.
Paylaş