Paylaş
BİR daha hiç göremeyeceğinizi bildiğiniz sevgilinizden bir hatıra almak, hayatınızın sonuna kadar onu saklamak isteseydiniz, bu ne olurdu?
Baktıkça size onu hatırlatacak, bir daha hiç gelmeyecek güzel günleri hatırlatacak küçük bir hatıra.
Eski yıllarda olsaydı, buna yanıtım “Mektuplar” olurdu ama artık kimse mektup yazmıyor, e–posta yazmaya bile üşeniliyor. Varsa yoksa, whats up, SMS, sosyal medya mesajları vs.
Onlar da uçucu, yanlış bir parmak hareketinizle sonsuza kadar kaybedebileceğiniz şeyler.
Bir düşünün bakalım, en çarpıcı ne olurdu?
O parçaya bakarken, çok geride kalmış bir akşamüstü, sahilde akşam melteminde saçları uçuşan kadını hatırlatacak en önemli parça!
İlk akla gelen bir tutam saç olmalı, bir sarı bukle.
Küçük bir zarfın içine konmuş.
Yıllar geçse bile rengini kaybetmeyecek, şampuanının kokusu uçsa bile önemli değil, koku hafızası hiç silinmez çünkü, onu parmağınızın ucuyla zedelememeye çalışarak okşarken içinizi sızlatacak o kokuyu duyarsınız zaten.
Kim bilir, belki eski günlerden kalmış, siyah–beyaz bir fotoğraf.
Hayatınız boyunca unutamayacağınız o kadının, küçük bir kızken çektirdiği bir fotoğraf: Başında kirazlı beyaz şapkası, dantelli minik eteği, ipincecik kollarında pembe rafyadan örülmüş bir hasır çanta.
Belki ilk kızgınlıkla yırttığınız ama sonra pişman olup atmaya kıyamadığınız bir fotoğraf. Şarkıdaki gibi: “Bir resmin kalmış bende, tam ortadan yırtılmış / Hani siyah kazaklı, biliyorsun değil mi? / Gözlerimden süzülen bir kaç damla anıda / Senin sıcaklığın var, anlıyorsun değil mi?”
Bir sahilde, hiç bitmeyeceğini düşündüğünüz bir aşk ile el ele yürürken önünüze çıkan, zarif bir hareketle eğilip aldığı ve size uzattığı bir çakıl taşı belki de. Midye kabuğu da olabilir tabii.
Ağaçtan oyulmuş ve ona çok benzediğini düşündüğünüz bir minik kedi?
Kapalı Çarşı’dan Mısır Çarşısı’na doğru inerken yolun hemen sol tarafındaki ıvır zıvır satan dükkânlardan alınmış, sırtındaki düğmeye bastığınızda “Ben bir garip Keloğlanım” türküsünü söyleyen bir plastik bebek?
Bir kitap da olabilir tabii, küçük bir kızken aldığı, üçüncü sayfasına ismini yazıp, tarih attığı bir kitap.
Erkek bakışıyla yazıyorum bunları, kadınlar ne tür anılar ister, pek bilemiyorum.
Bir özel kadın hariç!
O özel kadın bir yazar, Mary Shelley. Frankenstein’ın yazarı.
Carmen’in yazarı Prosper Merimee, Shelley ile 1827 yılında Paris’te tanışmıştı.
Shelley, “petit” İngiliz kadınlara özgü inceliği ve zarafetiyle Merimee’yi etkilemişti.
Ama bir sorunu vardı, geçirdiği çiçek hastalığı nedeniyle siyah bir peçe ile dolaşır, insanlardan kaçardı.
Merimee canlı, neşeli, dost canlısı bir insandı. Shelley ise tam tersi. Büyük olasılıkla çiçek bozuğu yüzü nedeniyle insanlardan kaçan, içine kapanık, kalabalıklardan hoşlanmayan bir kadın.
Merimee’nin bütün ilgisine ve taleplerine rağmen Shelley onunla dostluktan başka bir ilişki yaşamadı.
Yaşamında bir tek erkek olmuştu, bir ikincisine kalbinde yer açamıyordu.
O adam öldükten sonra yakılmıştı. Bir tek organı hariç! Kalbi çıkarılmış, kurutulmuştu ve Shelley, hayatının sonuna kadar o kurutulmuş kalbi bir kitap ayracı olarak yanında taşıdı.
Ölmüş ve bir daha asla geri gelmeyecek bir sevgilinin kurutulmuş kalbi!
Ne kadar kurutulmuş da olsa, onun bir zamanlar sizin için çarptığını da gayet iyi biliyorsunuz ama.
Kitabınızı her elinize aldığınızda önce onu tutuyorsunuz, büyük olasılıkla kitabı bir kenara bırakana kadar da elinizden bırakamıyorsunuz.
Biliyorsunuz ki bir daha hiç atmayacak ama bir zamanlar sizin için atmıştı işte.
Aradan geçen 200 yıla yakın bir zamandan sonra insana ürkütücü geliyor tabii.
Ama kurutulmuş bir kırmızı karanfili, kitap ayracı olarak kullanmaya itirazım yok.
“Kokkino Garifalo” şarkısındaki karanfilden.
“Kalabalık içinde beni tanıman için / göğsüme karanfil taktım / gömleğin üstüne / kalbimin olduğu yere.”
İşte öyle bir karanfil.
“Kayıp gibi kalabalığın içinde sordum /
kim göğsünde karanfil taşır / ve onu ellerimle almaya geldim / bu
sevdiğin ellerimle / kırmızı karanfil, kırmızı karanfil / onu göğsümden al, umutları tut.”
YouTube’da var, Giannis Parios–Haris Alexiu düetiyle: www.youtube.com/watch?v=pXL1W8_k4vI
Bir kadeh buz gibi rakı, beyazpeynir ve domatesle iyi gider. Ege melteminin yüzünüzü yaladığını hissedersiniz, iyot kokar, bir ada sahilinde dalgaların çakıllardan süzülürken çıkardığı sesleri hatırlarsınız, burnunuzun direği de sızlar.
İşte öyle bir karanfil, artık kurutulmuş ama hep sizinle!
NOT: Mary Shelley’nin öyküsünü “Kayıp Kitaplar Kütüphanesi” isimli kitapta okudum. Yazan: Alexander Pechmann, Çeviren: Regaip Minareci, Can Yayınları.
Paylaş