Paylaş
Biyolojik antropolog Dr. Helen Fisher, fosilin çene ve diş yapısına bakarak insanoğlunun bir kişiye âşık olma durumunun o tarihte çoktan başlamış olduğunu söylüyor.
Fisher’in iddiasına göre aşk, temel bir çiftleşme güdüsü. Ama seks güdüsünden de farklı. “Seks güdüsü sizi, dışarıya partner aramaya çıkartır. Romantik aşk ise çiftleşme enerjinizi yoğunlaştırmanızı sağlar, süreci başlatır” diye anlatıyor. “Aşk, dünya üzerindeki en güçlü beyin sistemlerinden biridir” diyor.
Helen Fisher ile yapılmış bir söyleşiyi yeni yayımlanan bir kitapta okudum. “Göster Yüzünü Ey Aşk”, Mira Şeniz Erten’in ilk kitabı. Erten, filozoflar, bilim adamları, “yaşam guruları” ile bir dizi söyleşi yapmış, hepsi ile aşkın değişik bir boyutunu tartışıyor. Ama bu arka arkaya sarılanmış söyleşilerden oluşan bir kitap da değil. Her söyleşinin önünde, o söyleşideki ana fikirden yola çıkılarak yazılmış bir öykü de var. Bu özelliği ile nasıl tanımlanmalı bilemiyorum, “söyleşilerle desteklenmiş öyküler kitabı” diyebiliriz sanırım.
Dr. Fisher, hayvanlar üzerine yapılmış araştırmalardan da söz ediyor. İnsanların âşık oldukları vakit beyinlerinde meydana gelen kimyasal reaksiyonların, hayvanlarda da benzer şekilde gerçekleştiğinin saptandığını söylüyor ve buradan çıkarak aşkın insanlık tarihinden bile eski olduğunu söylüyor. Çünkü bugünkü insanın atası diye tanımlanan canlılar ortaya çıkmadan önce de başka canlılar vardı ve onlar da bir beyne sahiptiler.
Bunu söyleyen ilk ve tek bilim adamı Helen Fisher değil. Aşkın, beyinde bazı kimyasalların salgılanmasında etkin olduğu biliniyor.
Bu nedenle benim de aklıma hep aynı şey takılıyor: Neden “aşk” denince gözümüzün önünde kırmızı küçük kalpçikler uçuşuyor?
Sevgililer Günü’nde yer gök neden kırmızı kalplerle donatılıyor da beyin ihmal ediliyor?
Herhalde bunun sebebi insanın âşık olunca kalbinin hızla çarpması, nabzının yükselmesi filan olmalı.
Böylece bir kez daha aynı noktaya geliyoruz: Gösterişe kapılmak insanın temel içgüdülerinden biri olmalı.
Âşık olduğumuzda kalp kendi varlığını hissettirmek için o kadar çabalıyor, deyim yerindeyse o kadar “reklam” yapıyor ki âşık olmamızı sağlayan esas organın önüne geçiyor.
Benim de bu haksızlığa “kalbim” dayanmıyor!
Böyle bir erkek türü de var
Dr. Helen Fisher’in “Seks güdüsü sizi, dışarıya partner aramaya çıkartır” sözlerini okurken birçok okuyucunun muhtemelen isimlerini ilk kez duyacakları “osedax” isimli deniz canlılarını hatırladım.
Osedax, “kemik yiyici” anlamına gelen bir kelime. Kaliforniya sahilleri açığında deniztarakları ile ilgili olarak bir araştırma yapan geminin yöneticisi Robert Vrijenhoek’in bu ismi koymasının nedeni, bu canlıları denizin üç bin metre derinliğindeki bir balina leşinin kemiklerini yerken bulmuş olması.
Üzerlerinde kırmızı tüyler olan minik kurtçuklar bunlar, çok sevimli oldukları da söylenemez.
Bu canlıları keşfetmenin bilim adamlarını heyecanlandırmasının bir nedeni ilk kez rastlanmış olmasıysa, ikinci nedeni de hepsinin “dişi” olmasıydı.
Sanki kız kıza akşam yemeğine çıkmış büyük bir grup gibiydiler, aralarında hiç erkek kurtçuk yoktu.
İki yıl süren incelemelerden sonra anlaşıldı ki dişi kurtçuklar tüplerinde mikroskobik sperm paketleri taşıyorlarmış.
Araştırma daha da ilerleyince ilk bayta “sperm paketçikleri” zannedilen şey osedaxların erkeklerinden başkası da değilmiş.
Bilim adamları buna “eşeysel dimorfizm” diyorlar. Erkekler, kısacık yaşamlarının tümünü dişinin tüpleri içinde geçiriyorlar ve üreme hizmetini vermenin dışında da hiçbir işe yaramayan anlamsız varlıklar olarak yaşıyorlar.
İnsanoğlunun erkek cinsinin bir bölümü gibi yani!
Öte yandan bütün yaşamı boyunca tek sorumluluğu “sevişmekten ibaret” olan bir erkek canlı türünün de bulunması, bazılarımız için bir “rüya” da sayılabilir!
Buradan Dr. Helen Fisher’e geri dönüyorum: Seks güdüsünün, canlıları bir partner aramak için dışarı çıkmak zorunda bırakması her durumda doğru değil. En azından osedaxların, bir cinsel eş bulmak için dışarı çıkıp, vakit ve para harcamalarına gerek kalmıyor!
Yeni güneşlerin altında yeni şeyler
GEÇEN hafta Hazreti Süleyman’ın “güneşin altında yeni bir şey yok” sözünü de aktardığım bir yazı yazmıştım. Londra’da yaşayan arkadaşım Özlem Tunçil bir not yolladı: “Artık biliyoruz ki evrende bir tane güneş yok. Yüz milyarlardan daha fazla güneş var. Kabul etmek zor olsa da evrende bilmediğimiz çok şey var. Hazreti Süleyman kadar bilge değiliz belki ama yanılmış. Güneşlerin altında yeni bir şeyler mutlaka var!”
Evet. Bilmediğimiz güneşlerin altında yeni neler olup bitiyor, bilemiyoruz tabii. Ama burada bir tane var ve onun altında olup bitenler pek de değişmiyor gibi!
Paylaş