Paylaş
Kıç güvertesi kullanıldığı amaca uygun olarak geniş tutulmuş bir balıkçı kayığı.
Tatil köylerindeki yüzme platformu gibi dikdörtgen bir formu olsa yüzölçümü yaklaşık 16-17 metrekare eder. Ama bu bir balıkçı kayığı! Demek ki bunun da yarısını almak gerekir, toplam 8-9 metrekarelik bir alandan söz ediyorum demektir. Motoru, bir küçük kamaracığı, balıkçı avadanlıklarını da hesaba katarsanız, yaşayacakları alan avuç içi kadar kalır.
Hasan Hüseyin ile eşi Fatmana (Fatma hanıma, tanıyanlar Fatma Ana derler, ama bölge halkının dilinde aradaki ikinci a düşer ve isim olur Fatmana) bu teknede birlikte yaşar ve çalışırlar.
Zaten bölgedeki balıkçıların çoğu da böyledir. Onlar karı-koca balıkçıdırlar, denize birlikte çıkar, birlikte dönerler. O teknelerdeki kadınlar, Türk filmlerindeki gibi gözlerini denize dikip, ufuktaki bulutlara bakarak endişelenen kadınlar değildirler. Ortak kaderi paylaşırlar, bu nedenle de yüzlerinde hep mutlu bir ifade vardır.
Sevimli 2 teknesi, adı gibi bir teknedir. Denizin ve tuzlu rüzgârın yıprattığı ahşapları, yaşanmış maceraları anlatır. Onu severek, göz kararıyla ve muhtemelen denizciliğin ilk icat edildiği yıllardakilere benzeyen alet edevatla yapan ustanın verdiği form, Gökova koylarında salınan gösterişli yatları kıskançlıktan çatlatacak kadar da zariftir.
Genellikle sabah gün ağarmadan denize çıkıp ağları, sepetleri bırakır ve akşama kadar bir koya çekilip beklerler. Geceyi teknede geçirdikleri de olur. Canları hiç sıkılmaz. Birbirleriyle kavga etmezler, tartıştıklarına da rastlamadım. Hasan Hüseyin, bekleyen bir balıkçı, teknesinde ne yaparsa onlarla meşgul olur. Paraketeleri yemler, ağları tamir eder, teknenin motoruyla oynar.
Fatmana yemek yapar, Hasan Hüseyin’in yetişemediği işlere yardım eder. Bizi görünce de hemen hamur açıp, içine topladığı değişik otlar ve lor peyniriyle, bir piknik tüpünün üzerine koyduğu sacda gözleme yapar, ikram eder. Bunu para için yapmaz, içinden yükselen “çocukları besleme” duygusunu bastıramadığı için yapar.
Bazen bütün gün yanımıza demirleyip, teknelerinde işleriyle meşgul olurlar, arada bir de laflarız.
Onların bu daracık alanda birbirleriyle tatlı tatlı sohbet ederek, hiç sıkılmadan saatlerce oturduklarını izlerken, geniş evlere sığamayan çiftleri hatırlarım.
Erkeğin bir köşede televizyonda maça baktığı, kadının bir başka köşede başka işlerle uğraştığı evleri! Birbirleriyle ender olarak konuştuklarında da sohbet konusu çocukların okulundan vs. ileri gitmeyen insanları! Bir hayatı paylaşmak için törenler, düğünlerle yola çıkıp, çok geçmeden o hayatın sıkıcılığı içinde birbirinden uzaklaşanları!
Dünyanın en yakışıklı erkeği değildir Hasan Hüseyin, kısa boylu, tombiş, sakal tıraşına yüz vermeyen biridir.
Ama Fatmana’nın bakışlarından ve vücut dilinden, Hasan Hüseyin’e hayran olduğu hemen belli olur. Başarılı bir erkektir çünkü. Balığın nerede bulunacağını bilir, boşa kürek sallamaz. İyi avcı, iyi sohbetçidir. İçki içerse adam gibi içer, sarhoş olmaz. Bitmeyen bir aşktır aralarındaki.
Hasan Hüseyin de Fatmana’ya tutkundur, ona çok değer verir, sesini yükseltmeden konuşur. Bir hayatı paylaşmak için yola çıkmışlardır, her saniyesini de paylaşırlar.
Lawrence Durrel, İskenderiye Dörtlüsü romanının birinci cildi Justine’de “Bir kent, içinde sevdiğiniz biri yaşıyorsa bir evrendir” diye yazıyor. Daha önce de bu kitaptan söz etmiştim, belki hatırlayanlar vardır.
Hasan Hüseyin ile Fatmana’yı ne zaman görsem, bu cümle hafızamın derinliklerinden çıkar, beynimin içinde dönmeye başlar. O küçük balıkçı kayığının daracık güvertesini bir evren haline getiren esas şeyin de bu olduğunu düşünürüm.
Aslına bakarsanız, “Her insan bir evrendir” önermesini şöyle söylemek gerekir: İçinde, yani tam şuranda, sevdiğin, varlığını hissettiğin birisi varsa, o insan da bir evrendir.
Bir kadına ya da bir erkeğe tutkuyla bağlanmadan yaşanan hayata da hayat dememem bu yüzden.
Ona dense dense “yaşantı” denir ki, bunu da İstanbul’da bir taksi şoföründen öğrenmiştim.
Çivit rengi bir resme bakarken
GÜMÜŞLÜK’e 18 mil mesafedeki Leros Adası’nda çok sayıda arkadaşımız var. Katina, kocası Nikolas, Panteli Koyu’ndaki Patimenos lokantasının sahipleri Maryos ve Dimitris, Aya Marina Koyu’ndaki Milos (Değirmen) lokantasının sahibi Takis, karısı Yonna, oğulları Yorgos ve Dimitris.
Dimitris ile Yorgos şimdi bir de lokantanın üstündeki terasta şahane bir bar açtılar ama hayalleri İstanbul’a gelip orada bir lokanta açmak.
Takis’in lokantasının kapısında Portekiz’den aldığı bir tablo duvara yapıştırılmış olarak duruyor. Seramik beyaz bir tuval üzerine, çivit rengi boya ile çizilmiş bir resim bu. Başında İberik bir şapkasıyla bir adam, bir masanın kenarına oturmuş gitar çalarken görülüyor. Resme baktığımda bana heyecan veren şey, masanın ters tarafında bir sandalyeye oturmuş ve başını geriye doğru atarak gitar çalan adama derin bir hayranlıkla bakan kadının varlığı.
Kadının masanın üzerine doğru yatar gibi yapıp, başını geriye atması, rüzgârdan dağılmış saçları ve omuzlarını açıkta bırakan şalına sarılmış parmaklarının kıvrılış biçimi etkiliyor beni.
Çocukluğumdan beri bir müzik enstrümanı çalmayı bir türlü öğrenememiş olmama sinirleniyorum bu resme her bakışımda. Eğer çalmayı öğrenmiş olsaydım, o erkeğin yerinde kendimi hayal edebilir, o kadının gözlerine bakabilirdim çünkü. Hatta bu hayal olarak da kalmazdı, bir kadının böyle verici bakışları altında çalgımı tımbırdatabilirdim de!
Türkiye’de tanıdığım birçok kadın Türk erkeklerinden şikâyet eder, duygusuzluklarından, sıradanlıklarından, anlayışsızlıklarından, romantik olmamalarından dem vurur. Başka ülkelerin erkekleriyle derin tecrübeler yaşamış değillerdir ama böyle konuşurlar.
Şaşırdığım şey ise kendi oğullarını da kızdıkları Türk erkekleri gibi yetiştirmek konusundaki tutumlarıdır. Oğlanlar büyür ve babalarının kopyaları olarak, başka kadınların kızlarının canını sıkarlar!
Erkek çocuk annelerine buradan bir önerim var: Çocuğunuza bir müzik aleti çalmasını öğrenmesini öğütleyin. Şimdi değilse bile, yetişkinlik yıllarında o kadar çok işlerine yarayacak ki!
Paylaş