B U sözleri kim nereden bulup çıkartıyor bilmiyorum. Herhalde “tavuk suyuna çorba” türü kitapları yazanların kafasından çıkıyor olmalı.
“İçimdeki çocuk” işte böyle bir deyimdir diye düşünüyorum. Küçük kızlar, oğlanlar söylese, belki ağızlarına yakışabilir ama okumuş yazmış koca insanlar böyle söyleyince gülmemi zor bastırıyorum, aklıma Abiye Kuzu geliyor. “İçindeki çocuğu tuvalete götür, yatağı ıslatmasın” demek geliyor içimden. Dikkat ettim bu tür söz kalıpları daha çok beklenmedik tutumlar karşısında tekrarlanıyor. Yaşımızdan, sosyal ve ekonomik durumumuzdan beklenmeyen bir şey yaptığımız zaman suçu yıkacak uygun bir gerekçe çünkü: Ben yapmadım, içimdeki çocuk yaptı! Çocuklara kim kızabilir ki? Çocuksu yaramazlıklar, haşarılıklar hoş bile karşılanabilir, hatta insana sempatik bile gelebilir. Galiba bu tür klişelerin kolayca yayılmasının nedeni duygularımızı ifade etmekte zorlanıyor olmamız. Çocuklar gibi sevinmek, çocuklar gibi hiçbir şey düşünmek zorunda olmadan mutlu olup eğlenmek, oyunlar oynamak istiyoruz ama o yaptıklarımızın temel nedenini açıklamakta da zorlanıyoruz. O zaman “Gelsin ‘içimdeki çocuk’ beni kurtarsın” diyoruz sanırım. Her neyse, konumuz bu değil zaten. Başkalarının içindeki çocuğa sinir olsam da “içimdeki çocuğu” tatile götürmeye karar verdim. İstanbul’un bu nemli sıcağında, insanı bezdiren trafikte günlerini geçirmesin, televizyon haberlerinden ve liderlerin salı konuşmalarından uzak dursun istiyorum. Terbiyesinin bozulmaması için de bu mesele çok önemli çünkü. Mecburen içimdeki çocukla ben de tatile çıkacağım, çünkü yalnız bırakmaya gelmiyor ve kimseyle de gönderemiyorum. Çünkü kimse, başkasının çocuğunun sorumluluğunu almaya razı olmuyor! Bu nedenle bir hafta yazılarıma ara veriyorum. Elbette bu süre, okyanusların ve bütün deniz tanrılarının tanrısı Poseidon’un ve deniz yaratıklarının çobanı Proteus’un dönüş yolunda bize engel çıkarmamaları şartıyla. Eğer rüzgâr tanrısı Boreas çok sinirli değilse, rüzgârların bekçisi Eolo kaytarıp bizi açık denizde yalnız bırakmaz ise! Bir de tabii Ramazan Kaptan var! Ne zaman geri dönebileceğime bu heyet karar verecek, gecikme olursa “içimdeki çocuğu” ve beni değil, bu heyeti sorumlu tutun lütfen.
Turgutreis’ten açıklama
GEÇENLERDE bana gelen mektuplarda Turgutreis’te belediye tarafından işletilen kafenin fahiş fiyatlarından şikâyet edildiğini yazmıştım. Kafenin sorumlusu Eren Poyraz bana kafenin fiyat listesini gönderdi. İnceledim, yakınmaların haksız olduğuna karar verdim. Çay 50 kuruş, Türk kahvesi 150 kuruş, kaşarlı tost 250 kuruş. Fiyatlar bu minvalde devam ediyor. Bilgilerinize sunarım.
Hiç ölmeyeceğimizi bilsek, âşık olabilir miydik?
İNSANLIĞA psikolojideki “ihtiyaçlar hiyerarşisi teorisini” armağan eden Abraham Maslow, kendisini ölüme çok yaklaştıran kalp krizinden sonra yazdığı bir mektupta şöyle diyor: “Ölüm ve onun her zaman gerçekleşme olasılığı, aşkı, tutkulu aşkı daha olası kılar. Hiç ölmeyeceğimizi bilsek tutkuyla sevebilir miydik, esriklik mümkün olabilir miydi merak ediyorum.” Rollo May, “Aşk ve İrade” isimli kitabında (Okuyan Us Yayınları, Çeviren: Yudit Namer) ölümün farkında olmanın insanlara aşka karşı yoğun bir açıklık hissi verdiğini yazıyor. Tuhaf bir çelişki gibi görünüyor ama galiba her iki yazar da haklı. Âşık olduğumuzda, her şeye karşı normal zamanlara göre daha duyarlı oluruz. (Edip Cansever de öyle yazmıştı zaten: “Aşk iyidir bak, duyumunu artırır insanın.”) Olabildiğince neşeli, tatmin olmuş bir ruhsal yapıya, kedere ve düş kırıklıklarına açık bir ruh durumu da eşlik eder. Kolayca ruhsal savrulmalar içine girmemiz, aynı zamanda yaşama ve onun ikizi ölüme karşı da sonsuz bir açıklık anlamına gelir. Tanınmış bir psikolog olan May, ölümü ve onun bize çağrıştırdıklarını bastırma yollarımızın, Viktoryen dönemde insanların seks duygularını bastırmak için kullandıkları yollara çok benzediğini anlatıyor. “Ölümün bastırılması eşittir seks saplantısı” diye yazıyor. Yunan mitolojisindeki ölümsüz tanrıların gerçekten aşk yaşayamadıklarına dikkat çekiyor. May’ın kitabının bu bölümünü okurken “İyi ki ölümlü olduğumuzun farkındaymışız” diye düşündüm. Âşık olamasaydık, dünyanın ve yaşamanın bu kadar güzel, bu kadar heyecan verici olduğunu bilebilir miydik?