Paylaş
Tolon’un “şüpheli” olarak ifadesinin alınmasına neden olan konu “Turgut Özal’ın zehirlenerek öldürüldüğü iddiaları” ile ilgili soruşturma. Tolon’un ifadesi alınmış, çünkü Malatya Zirve katliamı sanıklarından ordudan daha önce atılmış bir uzman çavuş, “gizli tanık” olarak ihbarda bulunmuş!
Bunu biliyoruz zaten, daha önce gazetelere de yansımıştı.
“Gizli tanık” İ.Ç., Özal’a Amerikyum ve 241 ve Polonyum 210 isimli radyoaktif maddeler verilerek zehirlendiğini iddia etmiş, bu iddia malum gazetelerde de gerçekmiş gibi manşet olmuştu.
Ve yine hatırlayacaksınız, o günlerde Özal’ın cesedi Adli Tıp’ta incelenirken, uzmanlar Polonyum’un bulunmasının mümkün olmadığını ama Amerikyum verildiyse bunun mutlaka kalıntılarının bulunacağını da açıklamışlardı.
Adli Tıp raporunda Özal’ın cesedinde böyle bir belirtinin bulunmadığının yazılı olduğunu da hatırlayalım.
Bütün bu bilgiler ortadayken, bir gizli tanık iddiasına dayanılarak, bir vatandaşın şüpheli olarak ifadesi alınabiliyorsa, o ülkede gerçekten düzgün işleyen bir adalet sistemi olduğunu iddia edebilir miyiz?
O vatandaşın başka davaların sanığı ya da hükümlüsü olması da işin özünü değiştirmez.
Gizli tanık diyor ki “Amerikyum verildi”, Adli Tıp diyor ki “Cesette yapılan incelemede Amerikyum bulunmadı”, ama savcılık hâlâ “şüpheli” sıfatıyla ifade alıyor.
Savcılık, her önüne gelenin gizli tanıklığına dayanarak vatandaşları ifadeye çağırabiliyorsa, hukuk da bitmiş demektir, bireysel haklar da artık yok demektir.
Başkanlık sistemine ‘taktik’ ara
BUNDAN iki hafta öncesine kadar AKP ileri gelenlerinin bir numaralı konusu başkanlık sistemiydi. Yatıp kalkıp bundan söz ediyorlardı.
Hükümetin elinde muazzam bir kamuoyu yönlendirme gücü var artık.
Medya yeniden dizayn edildi, buna uymayanlar korkutuldu, şimdi televizyonlarda hükümet ne isterse o konu konuşuluyor, gazetelerde de genellikle buna uyuluyor.
“Genellikle” dedim, çünkü gazetelerin tepesinde bir RTÜK ucubesi yok, nispeten bir serbestlik var.
Ama televizyonlar öyle değil. Sudan sebeplerle cezalandırılabiliyorlar ve artık Türkiye’de idare hukuku da idarenin emrine girdiği için televizyonlarda aykırı seslere neredeyse hiç rastlanmıyor.
Bu nedenle kamuoyunu istedikleri gibi kolayca yönlendirebiliyorlar, tartışmaları diledikleri yöne kaydırabiliyorlar.
Bilmiyorum sizlerin de dikkatinizi çekti mi, iki haftadır bu konuda “tık” yok.
Bu konuların en ateşli savunucusu Burhan Kuzu da, “yardımcı” Bekir Bozdağ da hiç bu topa girmiyorlar.
Neden acaba?
Bilmediğimiz yeni bir durum mu ortaya çıktı, yoksa başkanlık süreci ile barış süreci arasında bir ilişkinin varlığından endişe edenleri ürkütmemek mi istiyorlar?
Bölünmüş, haberimiz yok
HESAPTA ülke bölünmesin diye herkes hemfikir ama öyle görünüyor ki ülkemiz çoktan bölünmüş durumda.
Biliyorsunuz Başbakan, muhalefet liderlerinin bazı görüşlerini, ülkenin doğusunda ve güneydoğusunda açıklayamayacaklarını söylüyor.
Tersi de geçerli. Muhalefet liderleri de Başbakan’ın bazı görüşlerini ülkenin kuzeyinde açıklayamayacağı kanısındalar.
Bu kervana BDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş da katıldı.
Hürriyet’te dün yayımlanan söyleşisinde, 300 aydının “Anayasa’dan Türk kelimesi çıkmasın” çağrısı ile ilgili olarak Cansu Çamlıbel’e şunu söylüyor:
“Kendilerini imzaladıkları bildiri ile Hakkâri’ye davet ediyorum. Hakkâri meydanında o bildiriyi okusunlar. Acaba o Türk üst kimliği oradakileri kapsıyor mu, yerinde bir görsünler”.
Elbette bu fiziksel olarak gerçekleştirilebilecek bir şey değil. 300 aydın oraya gitmeyecek tabii ki.
Demirtaş böyle konuşuyor ama dilinin altındaki bakla Başbakan, Kılıçdaroğlu ve Bahçeli’nin söyleminin aynısı: “Bunları Hakkâri’de söyleyemezsiniz”.
Politikacıların, aydınların bazı fikirlerini ülkenin sadece belirli bölümlerinde açıklayabileceklerinin ya da açıklayamayacaklarının konuşulduğu bir ülke, gerçekten “bir ve bütün” sayılabilir mi?
Paylaş