Paylaş
“Yıllardan beri şarkılarda kullanılmamış söz, laf, kelime, yerine oturtulmamış nota kalmadı. Yapılabilecek her şey yapılmış. Belki de gerçek tıkanıklık buradan geliyor olabilir. Düşünsene, o kadar güzel eserler yapılmış ki, Selahattin Pınar’lar, Şerif İçli’ler, Sadettin Kaynak’lar ve adını sayamayacağım nice büyük bestekârlar nice eserler yapmış” diye anlatıyor.
Kuşkusuz ki sözünü ettiği şey Türk sanat müziği ile ilgili. Yoksa Türkiye’de pop, rock ve fantezi müzikte böyle bir sıkıntı görülmüyor.
Benim yaşımda olanlar hatırlayacaklardır, her sene neresinden baksanız beş-on tane Türk sanat müziği şarkısı ortalığı kasıp kavururdu. Radyoda çalar, filmlerde kullanılır, dillerden eksik olmazdı.
Bunun nedeni Muazzez Ersoy’un işaret ettiği gibi “Her söz söylendi, her nota çalındı” olabilir mi? Doğrusunu isterseniz pek zannetmiyorum.
Bir Roma deyişindeki gibi “Güneşin altında yeni bir şey yok” ama sadece dokuz nota ile hâlâ yeni şarkılar bestelenebiliyor, insanlar bu şarkılarda kendilerini bulabiliyorlar, duygulanabiliyorlar.
Sorun daha çok Türk sanat müziğinde gibi görünüyor.
Geçen gün Doğan Hızlan ile sohbet ederken, eski Türk sanat müziği bestelerindeki inceliklerden söz etti bana. “Gönül penceresinden ansızın bakıp geçtin”i hatırlattı.
Şemsi Belli’nin güftesi üzerine Muzaffer İlkar’ın hicaz şarkısı bu: “Gönül penceresinden ansızın bakıp geçtin / Bir yangının külünü yeniden yakıp geçtin!”
Evet, böyle şarkılar pek çıkmıyor artık. Bunun nedeni Türk sanat müziğinin, Batı’dan kaynaklanan popüler kültür ürünleri karşısındaki savaşı kaybetmiş olması mı?
Yoksa Türkiye’de bu tür şarkılardan zevk alabilecek olanların sayısının giderek azalması mı? “Kentli beyaz Türklerin” sayısı azaldıkça, bu ürün de kendisine piyasa mı bulamıyor? Radyolar, televizyonlar daha çok müşteri bulan diğer şarkıları tekrarladıkları için mi Türk sanat müziği şarkılarından kimsenin haberi bile olmuyor?
Kuşkusuz ki nedeni hepsi olabilir.
İspanyol ve Latin Amerika mitolojisinden kaynaklanan “duende” diye bir kelime var.
Bir tür “yaratıcı cin” duende, “ilham perisi”nin İspyanyol versiyonu! Sanatta ama daha çok performans sanatlarında, flamenkoda kullanılan bir terim. “Kendi ruhundan daha fazla ruh ile dolma yeteneği” diye açıklayabiliriz.
Bana daha çok bir tür “duende” boşluğu var gibi geliyor.
Kendi ruhundan daha fazla bir ruh ile dolabilmenin “gerçek aşk” ile ilgisi var. İnsanın algısını açan, duyumunu arttıran gerçek bir aşk! Belki günümüzün gelgeç aşkları, bestecilerin böyle bir ruh ile dolmasının önündeki en büyük engeldir.
Öte yandan “duende”ye sahip olan insanın mutlaka sanatçı olması da gerekmez.
Eğer bir insanda “duende” varsa, karşılaştığı bir sanat eserinin altındakini görür, duyar, okur, hisseder ve orada olduğunu bilir. Orada yoksa orada olmadığını da bilir, hisseder.
Yiğit lakabıyla anılır derler, “Rastçı İrfan” diye bilinen rahmetli besteci İrfan Özbakır, tam da bunu anlatmış, eski bir röportajında şunları söylüyor:
“Beste yapmak duygu işidir. Ben günlerce tek bir nota yazamam. Ama bir bakarım gece yarısı uyanmışım göğsüm dolu dolu. Yataktan kalkar, çalışmaya başlarım. Kısacası masa başına beste yapmak için oturulmaz. Besteci içine ilham perisi düşünce oturur masa başına.”
Ülkü Aker’in güftesine yazdığı mâhûr şarkıya bir kulak verin: “Şarkımı senin için yazdığımı bilseydin / Dünyanın bir ucundan kalkıp bana gelseydin / Benim gibi özlesen benim gibi sevseydin / Dünyanın bir ucundan kalkıp bana gelseydin.”
Ya da Mehmet Erbulan’ın güftesine yazdığı rast şarkıya: “Ömrümce hep adım adım / Her yerde seni aradım / Ben kalbimden başka yerde / İnan seni bulamadım.”
Rimbaud, ilk yazdığı şiirlerini bir yayıncıya okuttuğunda şöyle bir yanıt almış: “Bu okuduklarımın içinde tek bir satır bile şiir göremedim.”
Şiirlerin yazılı olduğu defterini geri alan Rimbaud odadan çıkarken şöyle konuşmuş: “İçinizde olmayan şiiri hiçbir yerde bulamazsınız Mösyö!”
Bunun gibi bir durum.
Belki de Türk sanat müziğinin eski günlerini arıyor olmasının nedeni bu olabilir. İçimizde olmayan bir şeyi bulamıyor olmamız!
Eyüp Sultan’daki meczup!
GAZETECİ Mehmet Gündem, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve eşi Hayrünnisa Gül’e vatandaşlar tarafından gönderilen mektupları derlediği bir kitap yayınladı. “Cumhurbaşkanım Mektubunuz Var” isimli kitapta Cumhurbaşkanı ve eşi, Gündem’e kendilerine gelen mektupları okutmuşlar, mektuplar üzerine yorumlar da yapmışlar, ilginç bir sohbet olmuş.
Sohbetin bir yerinde Hayrünnisa Hanım ilginç bir anısını anlatıyor:
“Abdullah Bey, cumhurbaşkanı olmadan bir-bir buçuk sene kadar önceydi. Yani daha cumhurbaşkanlığı konusu bile yok. Bir sabah namazı Eyüp Sultan’a gitmiştik. Namazı kıldık, ardından Eyüp Sultan Hazretleri’nin türbesini ziyaret ettik, tam güneş doğuyor, biz hızlı hızlı çıkıyoruz. Bir meczup adam geldi yanımıza. Abdullah Bey’in cebine bir kalem koydu ve ‘Sen reis-i cumhur olacaksın’ dedi ve gitti. Su gibi aktı adam. Fakat o günün şartlarında Beyefendi çok üzerinde durmadı. Ben çok şaşırdım, ‘Allah Allah dedim. Haline bakarsan adam meczup. Kalabalık korumaların arasından adam uzanıp da o kalemi nasıl koyabildi?’ Epey müddet o kalemi sakladım, ne kadar önem vererek sakladıysam da sonra kaybettim. Eyüp Sultan’a her gittiğimizde o adamı aradım ama bir daha hiç göremedim. Aradım, arattım, kimse bulamadı.”
Hayrünnisa Hanım’ın öyküsü burada bitiyor. “Acaba önem verilerek saklanan o kalemi alıp götüren, o meczup görünümlü kişi miydi” diye merak etmedim de değil!
2 yıl içinde cumhurbaşkanlığı için yine seçim yapılacak. Bakalım bu kez o meczup, kimi seçip cebine bir kalem koyacak?
Kalem koyduğu kişi ersin muradına, biz çıkalım, kerevetine!
Paylaş