CUMHURBAŞKANI Abdullah Gül’ün Katar gezisine katılan heyet mensupları hediyeye boğulmuşlar!
Cümlenin fiili bana ait değil, geziye Milliyet adına katılan gazeteci arkadaşımız Serpil Yılmaz’ın yazısının başlığından aktarıyorum.
Katar Şeyhi petrolden her gün 700 milyon dolar para kazanan zengin bir adam. Pahalı armağanlar vermek gibi bir alışkanlığı da var.
Nitekim gazetecilerden erkek olanlara Omega marka saat armağan edilmiş, değeri dört ? beş bin dolar civarında deniliyor.
Kadın gazetecilere de İsviçre yapımı Eloga’nın pırlantalı bir modeli uygun görülmüş, değeri onun da beş bin doların altında olmamalı.
Gazeteciler, aralarında anlaşarak hediye saatleri Katarlı yetkililere iade etmesi için Türk Büyükelçiliği’nden bir görevliye teslim etmişler. Kendilerini bu örnek davranış nedeniyle kutluyorum.
Resmi heyette yer alan Enerji, Bayındırlık ve Maliye Bakanı’nın da aralarında bulunduğu 51 kişi ile Cumhurbaşkanı Gül’e ne armağanlar verildiğini bilmiyoruz.
Eminim hepsi ilgili kanun hükümlerine uyarak bu armağanları on gün içinde değer tespiti yapılması için Defterdarlıklara gönderecekler ve değeri asgari ücretin on katını aşan armağanları da on gün içinde çalıştıkları kuruma devredeceklerdir!
Aslında "eminim" demem için bir neden de yok ama iyi niyetimi muhafaza ediyorum!
Dönüş yolunda Serpil Yılmaz, herkes ile sohbet ederek uçağın içinde dolaşan Cumhurbaşkanı Gül’e bu konuyu sormak istemiş.
Cumhurbaşkanı’nın tepkisi hemen Serpil’in yanından uzaklaşmak olmuş.
Oysa bu hediyeler konusunu açıklığa kavuşturmak için iyi bir fırsat geçmiş eline.
Demek ki bu konuya yine dönmek zorunda kalacağım.
Dinde modernleşme gereği
TÜRBAN gibi görünür konularla uğraşmak ve onun üzerinde didişmek ulusal tabiatımıza daha uygun.
Oraya gelmeden önce çözümlememiz gereken sorunlar o kadar derin ki, o derinliğe dalmaya kimse cesaret edemiyor.
Sorunumuzun temeli İslam’ın toplumsal yaşam biçimi olarak dayatılmasından kaynaklanıyor.
Cumhuriyet devrimi, o günün koşullarında bile bunu önlemeyi akıl edebildiği ve başardığı için bugün Türkiye ile İslam dünyasının geri kalanı arasındaki muazzam fark ortaya çıktı.
Türkiye, bugün bilimde, sanatta ve toplumsal-insani gelişme konusunda kendisinden çok daha zengin İslam ülkelerinden ileriye gidebildiyse bunun nedeni laik devlet düzeni ve toplumsal yaşama dinin yön vermemesidir.
Bugün tartışmamız gereken konu da esasen şudur:
İslam’ın Hazreti Muhammed’e vahiy yoluyla bildirildiği günün koşulları ve toplum yapısı ile bugünün gerçekleri arasında uçurum olmasıdır.
Bu sorunu İslam’ın özüne dokunmadan çözmesi gerekenlerin de ne eğitimleri yeterli ne de böyle bir niyet var.
Mesele, İslam’ın özünün korunarak, din ve toplumsal yaşam anlayışının bugünün koşullarına uygun şekilde yorumlanmasıdır.
Bu kadar İlahiyat Fakültesi, şu kadar ilahiyatçı var ama bu konuda hiçbir çaba görünmüyor.
Buna niyetlenenlerin ve hatta bunu dile getirenlerin başlarına nelerin geldiğini de biliyoruz.
Mücadele etmemiz gereken şey bağnazlık ve dini fanatizmdir.
Aşktan sonra hayat?
JOSTEİN Gaarder’in, "Vita Brevis-Hayat Kısa" isimli kitabı ile Aziz Augustine ile sevgilisi Floria Amelia’nın geride kalmış aşklarına yeniden döndüğümde kulaklığımda Cher’in "Believe" şarkısı çalıyordu.
Bir yerinde şöyle diyor: "Aşktan sonra yaşadığına inanıyor musun?"
Augustine ile Floria, bir gün Floransa’ya geliyorlar. Kentte dolaşırken durup ağaçların arasından görünen karlı dağları birbirlerine gösteriyorlar.
Sonra Arno’yu geçen köprülerden birinin üzerinde Augustine, Floria’yı kendine çekip kulağına şöyle fısıldıyor: "Hayat çok kısa Floria!"
Floria’nın o andan hatırladığı şey Augustine’in saçlarını kokladığı. "Beni tamamen içine çekmek istiyor gibiydin. Sanki benim yuvam senin içindeydi. Birbirimize ait olduğumuzu, çünkü ruhlarımızın bir olduğunu söyleyecek gibiydin" diye anlatıyor.
Tipik bir aşk durumu yani! Ruhların bir olduğu, her detayın sevgiliye sarılma isteği yarattığı bir durum.
Tacitus, "Kadınlar yitirmekten dolayı acı çekerler, erkekler de yitirileni hatırlamaktan" diyor.
Kadın ve erkek zihninin birbirinden farklı çalışmasının bir sonucu olsa gerek.
Birisini yitirdiğinizde çektiğiniz acının elbette bir sonu olmalı. İnsanın yaşama tutunma gücü, acının direncini her zaman yenebiliyor çünkü.
Ama yitirdiğini hatırlamamak diye bir şey söz konusu olamıyor hiçbir şekilde.
Gittiğin bir yer, rüzgárın burnuna getirdiği bir koku, bir saçın savruluşu, uzaktan çınlayan bir kahkaha, bir şarkı... Daha birçok şey, hafızanın gerisinde bir yerlere tıkmaya çalıştığın anıları getirip yeniden önüne koyar insanın.
Kaybettiğin mutluluğu hatırlar ve acı çekersin.
Ve kendine sorarsın: Aşktan sonra yaşadığın hayatın gerçek bir hayat olduğuna inanıyor musun?
Floria’nın mektubunu okur, Cher’i dinlerken bunları düşündüm.