Paylaş
Fikret Şeneş’in “I will survive” isimli şarkıya yazdığı Türkçe sözler ile Ajda Pekkan söylüyor.
Kişisel gözlemim şu ki bu şarkı Türk kadınlarının sanki milli marşı gibi. Şarkıya genellikle kadınlar eşlik ediyor, arada tek tük erkeklerin de söylediğine tanık oluyorum.
Demek ki bu şarkının sözlerinde öyle bir şey var ki yaşlı–orta yaşlı–genç ayrımı yapmaksızın kadınların ruhundaki bir şeye karşılık geliyor.
Şimdi kadın ruhunu çözümlemek gibi karmaşık bir işe girişecek değilim tahmin edebileceğiniz gibi.
Zaten geçmişte bir yazı ve yaşam ustasından sıkı bir ders de almıştım bunun için.
On yıl kadar oluyor, Milliyet’te bu konuda arada bir bazı denemeler yazıyordum, bir gün Refik Erduran’dan bir e–posta aldım, şöyle bir öğüt veriyordu:
“Babanız yaşında olduğum için kadınlar konusunda öğüt vermem ukalalık sayılmaz. Kadın-erkek ilişkilerini mantıkla inceleyip, akılcı sonuçlara varmaya çalışıyorsunuz. Umutsuz çaba. Kadınlarla uyum sağlamanın tek gerçekçi yolu kavşaklarda mantık dışına kaymaya onlar kadar rıza göstermek, haklı çıkmaya boşverip onlarla yine onların duygu girdaplarında dans etmek, bir anlamda haspalara teslim olmaktır... Değer mi? Değer.”
O günden beri ustanın öğüdünü tutmaya çalışıyorum ve buna değdiğini de artık biliyorum.
“Bambaşka biri”ni geçen gün Bodrum Marina’da Zeynep Casalini’den dinler ve geniş bahçeyi dolduran her yaştan kadının şarkıya bir kez daha içtenlikle eşlik edişlerini izlerken kafama takılan soru, şarkıdaki bir söz oldu: “Geçmişi senden geri almak bütün ümidimdi!”
Bu mümkün olabilir mi, biten bir aşk ilişkisinin ardından insan bütün geçmişini geri alıp, sanki o geçmiş hiç yaşanmamış gibi yapabilir mi diye kafama takıldı.
Cher’in de bir şarkısı var, o boğuk sesine ve şahsiyet fışkıran yüzüne hayran olduğum için sık sık dinlerim: Do you believe in life after love? (Aşktan sonra yaşama inanıyor musun?)
O şarkıda da kadın çekip giden bir sevgilinin ardından benzer sözler söylüyor, “Güçlüyüm, bunu yeneceğim” filan!
Bir şey bu kadar çok söyleniyorsa bilin ki yapılması, söylendiği kadar kolay değildir!
Gece vakti mezarlığın yanından geçerken ay ışığının, rüzgârda sallanan ağaç dallarında yarattığı yanılsamalardan kaynaklanacak korkuyu yenmek için ıslık çalmak gibi yani.
Fransız kadın yazar Albertine Sarrazin’in kendi yaşamöyküsünden yola çıkarak yazdığı romanlardan biri, “Aşık Kemiği” Türkçede de yayımlandı. (Çeviren: Birsel Uzma, Everest Yayınları.)
Romanın kadın kahramanı Anne, kendisi gibi bir kanun kaçağı olan sevgilisi Julien’e, geçmişi unutmaktan daha kolay olan şeyin o geçmişi hatırlatan kişiyi öldürmek olduğunu söylüyordu. Elbette bunu romanda bile yapamıyordu, romanlarda yazmanın, gerçek hayatta yapmaktan daha kolay olduğunu bildiği halde.
Bir de şöyle bir durum var tabii: Sanki bazı aşklar yarım kalmasa, hiçbir şarkının da tadı olmayacakmış gibi görünüyor.
Yaşanılan aşkın bitişine olan isyanı dile getiren bunca şarkı olduğuna ve bu şarkılar dillerden hiç düşmediğine göre!
Bunlar genellikle “giden”i suçlayan, “kalan”ın geride bırakılmış olmaktan kaynaklanan acısını hafifletmeye yönelik şarkılar.
Ama her zaman unuttuğumuz bir şey de var bu bakış açısında: Bırakan kim? Kalan mı, yoksa giden mi? Giden neden gitti? Bunda geride kaldığını düşünenin payı nedir? Sanıyorum, biten bir aşk ilişkisinin ardından herkes şu soruyu kendi kendisine sormuştur: Bir daha âşık olabilir miyim? Bir insan yaşamı boyunca kaç kere âşık olabilir?
“Geçmişi geri almak” denilen şey de bu olmalı zaten. Bir zaman makinesine girip geriye gidemeyeceğimize göre, ancak yeni bir aşk geçmişi geri getirebilir.
Roland Barthes, bir Buda öyküsü anlatıyor: “Usta, öğrencinin başını uzun zaman suyun altında tutar; yavaş yavaş su kabarcıkları seyrekleşir; son anda usta öğrenciyi çıkarıp yeniden canlandırır: Gerçeği, havayı istediğin gibi istediğin zaman, işte o zaman bileceksin onun ne olduğunu!”
Biten bir aşkın ardından kendisini boğulacakmış gibi hisseden “âşık”, tıpkı bu öyküdeki gibi gerçeği yeniden nefes alıp vermeye başladığı zaman anlar.
Yeniden nefes alıp vermeye başlamak, hayata dönmek, yeniden âşık olmaktır bu.
Beş–altı yıl kadar oluyor, Hürriyet’te bir haber okumuştum, şimdi ayrıntılarını hatırlayamıyorum.
Bilim adamlarının yaptığı bir araştırmadan söz ediyordu haber.
Biten bir aşkın ardından insanların yeni bir aşka kolayca geçememelerinin nedeni, o dönemde beynin salgıladığı özel bir hormonmuş.
Mesele aşk olunca ortaya kimyasal formüllerin dökülmesi pek romantik bir durum değil ama madem bir bilimsel araştırma var, kabul etmek durumundayım.
Aşk ile ilgili her görselliğin bir parçası “pembe bir kalp” olsa da aslına bakarsanız kalbimizle değil, beynimizle âşık oluruz.
Beynimizin gördüğümüz kişiye atfettiği “değer” ile ilgili bir durum bu ve o bittiğinde de beynin bazı hücrelerinin bir süre grev ilan etmesi de doğal oluyor bu durumda.
Söz uzadıkça konu dağılıyor, farkındayım. “Geçmişi senden geri almak bütün ümidimdi” sözlerinden yola çıktık, oraya dönelim.
Geçmişin geri alınamayacağını artık bildiğimize göre belki “geçmişi unutmaktan” söz edebiliriz.
Geride kalmış ilişkinizi, yaşadığınız süre içinde “aşk” diye tanımlasanız bile eğer kolayca unutabiliyorsanız, yaşadığınız ilişkiye aşk diyemeyiz.
Yarım kalmış bir aşkın acısı sizinle birlikte yaşayacaktır. Zamanla azalabilir bu acı kuşkusuz. İnsan nelere alışmıyor ki buna da alışamasın?
Ama esen bir rüzgârın getirdiği bir kokuda, yağmurun cama vururken çıkardığı seste, bir kadının uçuşan eteğinde, bir şiirde, bir şarkıda, hayatınızda karşılaşabileceğiniz hemen her şeyde o eski aşkı hatırlatacak bir şeyler vardır.
Bunu unutamazsınız, unutmaya çalıştıkça bir yerlerden karşınıza çıkar durur. Onun için bunun da tadını çıkarmak gerekir diye düşünüyorum.
Tıpkı, yarım kalmış aşkların arkasından yazılmış şarkılara canıgönülden eşlik eden kadınların o anda o eski acının tadını çıkardıkları gibi!
Paylaş