ŞU anda sinemalarda oynamakta olan bir filmi seyreden Hıncal Uluç, Sabah’ta bu filmi Türk gazetecilerinin izlememeleri gerektiğini yazdı.
Hıncal Ağabey’e göre, Türkiye’de artık araştırmacı gazeteci kalmamış, State of Play’deki gazeteciler gerçek araştırmacı gazeteciliğin nasıl olduğunu gösteriyorlarmış.
Hıncal Ağabey’in biz meslektaşlarına biraz haksızlık ettiğini düşünüyorum.
Şunu unutmayalım: Bu ülkede, bugün bildiğimiz ne varsa gazeteler ve gazeteciler sayesinde öğrendik.
Türkiye gibi demokrasisi özürlü, eline iktidar gücünü geçirenin diktatörleşmeye meyilli olduğu bir ülkede başka türlüsü de düşünülemezdi zaten.
Hafızalarımızı bir yoklayalım: Yakın geçmişte hayali ihracatı, yurtdışında çalışan işçilerden toplanan paralar ile kurulup, batırılan şirketlerin öykülerini, bakanların Yüce Divan’ da yargılanmalarına yol açan yolsuzluklarını, Başbakanların isimlerinin karıştığı dalavereleri kimlerden öğrendik? Gemicikleri, kuyumcu dükkánlarını, aniden ticari akılları açılıveren siyasetçi yakınlarını nereden duyduk?
Radikal gazetesi ve o gazetede ölüm tehditlerine aldırmayan bir avuç gazeteci olmasaydı Susurluk’taki "kaza", kaza olarak kalmayacak mıydı? Bütün o ilişkiler zincirini gazeteciler ortaya çıkardılar, şimdiki gibi savcılıktan ve polisten sızdırma dosyalar olmadan hem de!
İki yürekli gazeteci olmasaydı, Türkbank, Alaattin Çakıcı marifetiyle el değiştirmeyecek miydi?
Yüzlerce örnek bulabilirim ama yerim dar.
Evet, Türkiye’de gazetecilik mesleği ile ilgili sorunlar var, düzeltmek için kendimizi eleştirmeliyiz. Ancak kendimize, bu meslek için ölümü göze alanlara, öldürülenlere, haber peşindeyken dayak yiyenlere de daha saygılı olmalıyız.
Ergenekon’da hukuki cinlik
ERGENEKON soruşturmasının yürütülüş biçimi üzerine eleştirilerim olduğu biliniyor.
Özellikle tutuklamaların, bir cezalandırma yöntemi olarak kullanılmasını, sorgu aşamasında sanıkların karşılaştığı muamelenin işkence niteliğindeolduğunu çok yazdım. Bugün, bu soruşturmadaki bir başka tuhaflığa dikkat çekmek istiyorum.
İstanbul Cumhuriyet Savcılığı, Terör ile Mücadele Yasası’nın 10. maddesi gereğince, müdafii avukatların dosya içeriklerini inceleme ve belgelerden örnekler alma haklarına kısıtlama getirilmesini istedi.
Sanıklara yönelik her türlü suçlama ve karalama kampanyası serbest, ama savunma hakkına sıra gelince filanca kanunun falanca maddesine dayanarak kısıtlama!
İşin ilginç yanı savcılık bu yasaklama kararını mahkemeden aldıktan sonra "gereği rica olunur" diye bir üst yazı ile Emniyet Müdürlüğü’ne gönderiyor.
Emniyet, bu emri alınca "tüm yazılı ve görsel basın-yayın kuruluşlarının yetkililerine çok ivedi tebliğ" yazısı yazıyor.
Ve mahkemenin avukatlar için aldığı karar bir anda durduk yerde basına sansüre dönüşüyor.
Elbette yandaş medyanın tabi olmadığı, cezalandırılmasına peyin olarak karar verilen yayın kuruluşlarının tabi olduğu bir yasak bu!
Sadece müdafi avukatlarını ilgilendiren bir yasağın, mahkemeye gelen avukatlara tebliğ edilmek yerine, Emniyet aracılığıyla uygulanmasını talep ederek basına sansüre dönüştürmek de "hukuki cinlik" olsa gerek!
Hikmet Sami Türk’e haksızlık etmeyelim
ESKİ Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk’e, NTV’de Banu Güven sormuş: "Adı Hayata Dönüş olan bir operasyonda bu kadar insan öldü, içiniz rahat mı?"
Biliyorsunuz Hikmet Sami Türk, bu operasyondan sorumlu tutulduğu için geçenlerde öldürülmek istenmişti. Bu vesileyle o eski defteri karıştırmak iyi olur gibi geldi bana da.
Operasyon sırasında aşırı şiddet kullanıldığı, tutuklu ve hükümlülerin bazılarının sadece bu aşırı şiddet nedeniyle ölüp, yaralandıklarını ama Jandarma Genel Komutanlığı’nın koruması altındaki sorumluların bunun hesabını vermediklerini biliyoruz.
O operasyonun emrini verenler, hiç kuşku yok ki güvenlik güçlerinin böylesine öldürmeye ve ezmeye yönelik bir eylem yapacağını tahmin etmemişlerdi. O günlerden bir anım daha var: Operasyon, Bayrampaşa’da açlık grevi yapan tutuklu ve hükümlüleri ziyaret eden bir aydınlar heyetinin açıklamalarından hemen sonra başlamıştı. O heyet, ziyaret sonrasında "açlık grevleri bitmez ise yarından itibaren ölümler başlar" şeklinde, iyi niyetli olduğuna kuşkum olmayan bir açıklama yapmıştı.
Şimdi siz kendinizi o gün karar vermek durumunda olan Adalet Bakanı’nın yerine koyun.
Tarafsız arabulucular "yarından itibaren açlık grevlerinde ölümler başlar" diyor. Jandarma "Emir verin bu işi hemen çözelim" diyor, nasıl müdahale edeceğini, insanların hayatını nasıl kurtarabileceğini anlatıyor. Hangi kararı verirdiniz? "Bekleyin ölsünler mi", yoksa "operasyona başlayın" mı?
Hikmet Sami Türk’ü bu emri nedeniyle eleştirenlerin, o günlerdeki bütün olayları tekrar hatırlamasında yarar var. Eleştirilecek olan emri veren değil, vahşet duyguları içinde tutuklu ve hükümlülerin üzerine saldıranlardır.
Ve şunu da hatırlayın: "İçinizden birini yakın, düşmana verin!" emrini verenin bu vahşette rolü hiç olmadı mı? O masum muydu?