ÇANAKKALE Zaferi'nin 92. yıldönümü, bugüne kadar pek eşine rastlanmayan şekilde kutlandı.
Gazetelerdeki haberler, başta Anıtkabir ve Çanakkale olmak üzere ülkenin öteki kentlerindeki şehitliklerin de dolup taştığını anlatıyordu dün.
Bu tabloyu nasıl yorumlamalıyız?
Türklerin, Çanakkale Zaferi'nin değerini aradan 92 yıl geçtikten sonra ancak anlayabildiklerini söylemek, herhalde bu konuda yapılabilecek en saçma yorum olur.
Kişisel görüşüm o ki, bu tablo, Türk halkının bu ilgisinin nedeni, bir "tehlike" algısından kaynaklanıyor.
Değişik boyutlarda ve değişik yönlerde bir tehlike algısı bu!
Kimisi laik cumhuriyetin tehdit altında olduğunu düşünüyor, kimisi üniter cumhuriyetin.
Bir yandan da başta Avrupa olmak üzere, bütün dünyadan dışlandığımıza ilişkin yaygın bir algı var, bunu da küçümsememek gerek.
Algılar, bazı durumlarda varlığı elle tutulamayan gerçeklerden de kaynaklanır; ama şurası çok açık ki ne Türkiye'nin parçalanmak üzere olduğu doğru, ne laikliğin ağır bir tehdit altında olduğu, ne de dünyada tek başımıza kaldığımız doğru.
Bu duygunun büyüyüp güçlenmesine neden olan şey ise başta devlet yöneticilerimiz ve siyasi parti liderlerimiz olmak üzere, kanaat önderlerinin bu yoldaki sözleridir.
Dün gazetelerde Çanakkale Zaferi'nin yıldönümü nedeniyle verilen mesajları dikkatle tekrar okursanız ne demek istediğimi daha iyi anlatabilmiş olurum.
Bazı konuşmalara bakınca Halide Edip Adıvar'ın, siyah bayraklı Sultanahmet Mitingi'ndeki konuşmasını hatırlıyorum.
Belli ki cumhurbaşkanı seçimi ve genel seçim yaklaştıkça doz daha da artacak.
Bunun doğru olmadığı çok açık.
Bir ülke halkının moralini ve gelecekle ilgili umutlarını böylesine kırmak, hiç kimseye yaramaz.
En başta da ülkeyi yönetmeye talip olanlara yaramaz!
Sınır ötesi kadrolaşma
AVRUPA İnsan Hakları Mahkemesi'ndeki Türk yargıç Rıza Türmen'in görev süresi 1 Kasım 2007'de doluyor.
Ve hükümet, yeni aday listesinde Rıza Türmen'e yer vermedi.
Gösterilen adaylardan biri, RP'nin kapatılması ve türban yasağıyla ilgili Anayasa Mahkemesi kararları nedeniyle Anayasa Mahkemesi üyelerine hakaret ettiği için 200 gün karşılığı para cezasına çarptırılmıştı.
Hükümetin, Türmen'den, Refah Partisi'nin kapatılması ve Leyla Şahin'in türban davasının intikamını aldığı ileri sürülüyor.
Başbakan'ın özel uçağının müdavimlerinden Vakit Gazetesi'nin, "Türmen mi, sakın ha" manşetini boşuna atmadığı da böylece ortaya çıkıyor.
Belli ki AKP, "kadrolaşma faaliyetlerini" artık "sınır ötesine" de taşımakta bir sakınca görmüyor!
Muhammed'i harcamayalım
BEŞİKTAŞ'ın minik yıldızı Muhammed Demirci ile ilgili haberleri bir futbolsever olarak merakla izliyorum.
Antrenörlerinin ve futboldan iyi anlayanların söylediklerine göre Muhammed bir "süper yetenek".
Bu sadece bizim bir "vehmimiz" de değil. İspanyol gazeteleri de Muhammed'in nasıl büyük bir yetenek olduğunu yazıyorlar.
Nitekim Barcelona, Muhammed'i transfer etmek için 3 milyon Euro teklif etmiş.
Bu Avrupa'nın herhangi bir yerinde orta karar bir futbolcu için önerilecek bir fiyat.
Bu paranın 12 yaşındaki bir çocuğa teklif edilmesi, geleceğinin ne kadar parlak olabileceğini de ortaya koyuyor.
Ancak gazetelere yansıdığına göre Beşiktaş Başkanı Yıldırım Demirören, ileride çok büyük para ederse eleştirileri göğüslemekte zorlanacağı gerekçesiyle bu transfere olumlu bakmıyor.
Türkiye'de genç yeteneklerin yetiştirilmesinde ne kadar sorunlar yaşadığımızı biliyoruz.
Genç yeteneklerin yetiştirilmesi konusunda en başarılı kulübümüz Beşiktaş, buna kuşku yok.
Ama Beşiktaş altyapısından yetişen Sergen gibi büyük yeteneklerin bile eğitimlerindeki bazı eksikliklerin nelere mal olduğunu da gördük.
Daha iyi yetişmesi için Muhammed'i Barcelona'ya vermek gerekir diye düşünüyorum.
Bu her şeyden önce Türk futbolu için bir kazanç olur.
Beşiktaş da sözleşmesine koyacağı uygun hükümlerle Muhammed'den ileride kazanılacak paradan bir pay talep edebilir.
Şöyle düşünelim: Süreyya Ayhan gibi bir yetenek, Avrupa ya da ABD'nin üstün spor altyapısında eğitim fırsatı bulsaydı, sonuç bugünkü gibi mi olurdu?