Paylaş
Kaç çocuğun ağır yanık yaralarıyla hastanede yattıklarını ya da kaç çocuğun elverişsiz çadır koşulları nedeniyle hastalandığını ve akıbetlerini bilemiyoruz.
Ama görünen o ki Van’da dertler depremin üzerinden bunca zaman geçmiş olmasına rağmen bitmiş değil.
Ağır kış şartları altında yazlık çadırlarda yaşamak zorunda kalan insanların sorunlarına yeterli bir hızla çözüm bulunamadığı bir gerçek.
Böyle her olayda olduğu gibi kamu yöneticileri “ilgi dağınıklığımızdan” yararlanıyorlar.
Depremden sonra yurt ölçeğinde gelişen hassasiyet, medyanın da deprem sonrası sorunlara duyduğu ilginin düşmesiyle birlikte azalıyor.
Depremden sonra “uluslararası yardımı kendi kapasitemizi ölçmek için kabul etmeyen” hükümet yetkilileri de artık ortada yoklar.
Muhalefet de öyle. Onlar da hükümetin kendi için uygun görüp yarattığı bir gündemin peşinde çene yarıştırmaktan başka bir şey yapmıyorlar.
Türkiye’de konteynır ev üreten onlarca şirket var. İnternette bir arama yapmak bile bunlara ulaşmak için yeterli.
Belli ki hükümet bu şirketlerin üretim olanaklarını seferber edemiyor. Dünyanın dört bir yanına milyonlarca dolar yardımı bir kalemde gönderebilen hükümet, bu olanaklarını konteynır ev üretimini hızlandırmakta kullanamıyor.
Ve insanlar dondurucu soğukta, yazlık çadırlar içinde odun sobası ile ısınmaya çalışıyorlar.
Dört yaşındaki Ekrem’in çadırda yanarak ölmesinin nedeni “kaderinin böyle olması mı”, yoksa o çadırlarda yaşamak zorunda kalan insanların durumlarını umursamamak mı?
İddianame mahkemeden önce aleniyet kazandı
ŞİKE soruşturmasının yeni bir aşamasına geldik ve İstanbul Başsavcı Vekili iddianamenin ana unsurlarını açıkladı.
Kimler suçlanıyor, hangi suçlardan yargılanacaklar, haklarında nasıl cezalar isteniyor, bunları öğrenmiş olduk.
Ama biraz “erken” bir açıklama olduğunu söylemek zorundayım.
Aslında bu soruşturmada “hazırlık soruşturmasının gizliliği” ilkesine en başından itibaren hiç uyulmadı.
Soruşturma süresince polis, avukatlar, savcılık bu titizliği göstermedi. Şimdi iddianamede açıklanan ilk unsurlara bakınca, o günlerde estirilen fırtınaların bir bölümünün doğru olmadığı da anlaşılıyor.
Öte yandan iddianamenin aleniyet kazanması için ilgili mahkemenin bu iddianameyi inceleyip kabul etmesi gerekiyor.
Henüz bu aşamada değiliz. İddianame mahkemeye sunuldu ancak mahkeme bu konuyu görüşüp, kabul edip etmeme kararını açıklamadı.
Yani gizliliğin hâlen sürmesi gerekiyor ama bizzat Başsavcı vekili bir basın toplantısı ile iddianamenin ana unsurlarını açıklamakta bir sakınca görmedi.
Bu mahkemenin iradesine ve sanıkların âdil yargılanma hakkına peşin bir müdahale değil mi?
Gazetelerin manşetleri “suçluların isimleri ve suçları ile” doluyken, mahkemenin iddianameyi objektif olarak değerlendirme olanağının kaldığından söz edebilir miyiz?
Öte yandan soruşturmada bazı kayırmaların da olduğu böylece ortaya çıkmış da bulunuyor.
Büyükşehir Belediye Spor’un eski başkanı da suçlananlar arasında.
Ama aynı kişi Federasyon Başkan Vekili olarak, Federasyon’a teslim edilen hazırlık soruşturması evrakına da vâkıf! Benzeri iddialar ile soruşturulanlar tutukluyken, o ifade vermeye ancak iddianamenin açıklanmasından iki hafta önce gitti, Emniyet’te ağırlandı ve serbest!
Bu nasıl olabiliyor, ben anlayamıyorum.
Şike suçları için verilecek cezaları indiren yasa değişikliğinin Cumhurbaşkanı tarafından TBMM’ye geri gönderilmesinden sonra Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın sözlerine de bir paragraf açmak gerek.
Arınç, “hayırlı oldu, hiçbir milletvekilinin bu kanunu tekrar Meclis’e getirmeye cesareti yetmeyecek” diyor.
Bu tasarı partilerin ortak tasarısı olarak TBMM’ye geldi ve hükümet de buna itiraz etmedi, TBMM’den jet hızıyla geçmesinin temel nedeni de hükümetin de böyle düşünüyor olmasıydı.
Aradan geçen bir haftada ne değişti ki Arınç şimdi “kimsenin cesaret edemeyeceğini” söylüyor? “Tutarlılık” kendisinden beklediğim bir durum değil ama yine de yadırgıyorum.
Yeni haftaya eski soru!
YENİ bir hafta başlıyor. Âdetimiz olduğu gibi yeni haftaya KPSS soruşturmasının sonuçlarını sorarak başlayalım.
Çünkü belli ki devletimizin üst kademelerinde kopya olayı ilk ortaya çıktığı gün görülen “asarız, keseriz, yapanları yakalarız, pişman ederiz” havası tavsamış!
Bu iş iyi soruşturulmuyor, buna kuşku yok.
Çünkü Başbakan ilk gün
MİT Müsteşarı ve Emniyet
Genel Müdürü’nü görevlendirmişti, suçlular yakalansın
diye. Ama koskoca iki teşkilat
kafa kafaya verip bir kopya çetesini ortaya çıkartamıyor.
Ya kopya çetesi deyip geçtiğimiz çete hükümetten bile güçlü ya da çeteyi ortaya çıkarmak konusunda bir gönülsüzlük var.
Oysa kopya çekenlerin kimlikleri biliniyor. Adresleri belli. Nasıl bir örgütsel ilişki içinde bu sınavın yanıtlarını elde edebildiklerini soruşturmak için yeterli ipucu var anlamına geliyor bu.
Ama bilebildiğimiz kadarıyla kopyacıların ifadelerinin alınması bile tamamlanamadı.
Kimse de tutuklanmış değil. ÖSYM Başkanı bu nedenle istifa etti ve yerine en az onun kadar yetersiz birisi atandı ama hepsi bundan ibaret!
Bunca zamandır bu soruşturmayı hatırlatıyorum ama devletin bu işi soruşturmakla sorumlu hiçbir kademesi ses vermiyor.
Böyle olunca da benim suçluların korunduğuna ilişkin hislerim güçleniyor.
Suçu soruşturmak ile sorumlu olanlar ile suçlular arasında nasıl bir ilişki var ki bu sonuç doğuyor? Yoksa bu işi kurcalamayı aklından geçiren kamu görevlileri de mi “yanmaktan” korkuyor?
Paylaş