"TÜRBANLI yazar" Nihal B. Karaca, Zaman’daki köşesinde dün şöyle yazıyordu: "Pek çok erkek arkadaşımın, Duygu Asena’nın ölümüne açık açık sevindiğini gördüm."
Karaca, "Duygu Asena’nın arkasından yazılan yazıları ikiyüzlü bulduğu için" aslında bu konuda yazı yazmamaya karar vermiş.
Ama sonra "bir kadının ölümünün bu kadar hoşa gidiyor olmasından incinmiş" ve Duygu üzerine bir yazı yazmış.
Yazısında Duygu Asena’nın temsil ettiği "feminist fikirleri" eleştiriyor ve Asena’yı "bir erkek projesi" olarak nitelemeyi de ihmal etmiyor.
Yazının bu bölümünü "normal" karşılıyorum. Herkes her türlü fikri beğenmek ve savunmak zorunda değil elbette.
Ben daha çok "Karaca’nın çevresindeki erkeklerin sevincine" takıldım.
Karaca’nın yazısından bu sevince katılanların muhafazakár-İslamcı görüşlerdeki kişiler oldukları anlaşılıyor.
Demek ki "ölünün arkasından kötü konuşmamak", "ölüleri hayırla yád etmek" gibi düşünceler bu kişilerin kapısının önünden bile geçmemiş.
Bu kişilerin nasıl tipler olduklarını gerçekten çok merak ettim.
Karaca, yazısında bir de şu fıkraya yer vermiş:
"Soru: Muhafazakár bir erkekle yarım saat aynı odada kalsan ne olur?
Yanıt: Feminist olursun."
Oysa doğru yanıt şu olmalıydı: "Sıkıntıdan patlarsın!"
Patrikhane ’yabancı’ mı ’bizden’ mi?
TÜRKİYE’de yaşayan, vergi veren, erkekse askerlik yapan, seçimlerde oy verme hakkı olan bir Türk vatandaşının, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurumları ile ilgili bir sorunu olduğunda başvurması gereken yer neresidir?
Bu sorunun garipliğinin farkındayım elbette.
Bir Türk vatandaşının sorunu, devletin hangi dairesiyle ilgiliyse normal olanı oraya başvurmasıdır.
Orada çözülemeyen sorunlar da, konunun niteliğine göre daha üst makamlara ve gerekiyorsa yargıya kadar gidilerek çözülebilir.
Ama herhalde bir Türk vatandaşının, Türkiye’deki bir sorunla ilgili asla başvurmayacağı yer de görev tanımı gereği Dışişleri Bakanlığı olmalı.
O zaman, işte size günümüz Türkiye’sinden bir haber:
Ermeni Patrikhanesi’nin bazı çalışma koşullarını ve yetkilerini düzenleyen bir yönetmelik taslağı son şeklini almış.
Yönetmeliği inceleyen Patrikhane, "dini bir kuruluş olduğu için"İçişleri Bakanlığı tarafından denetlenmesiyle ilgili hükme karşı çıkmış ve Diyanet İşleri’nin bağlı bulunduğu Devlet Bakanlığı tarafından denetlenmesi gerektiğini savunmuş.
Ve Patrikhane, -şimdi sıkı durun- yönetmeliğin bu şekilde yeniden düzenlenmesi için Dışişleri Bakanlığı’nın girişimlerde bulunmasını talep etmiş.
İlk bakışta bu gariplik nedeniyle Patrik Mesrob’u eleştirmek mümkün.
Ama unutmayın ki Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı azınlıkları"yabancı" olarak değerlendiren de bugüne kadar Türkiye Cumhuriyeti’nin kurumlarından başkası değildi.
Azınlık vakıflarını "yabancı tüzel kişilik" olarak görmenin, azınlık mensubu vatandaşlarımızı "yabancı vatandaş" gibi garip ifadelerle nitelemenin doğal sonucu bundan daha başka bir şey olamazdı zaten.
Özel konuşmada başka işe gelince başka
BİR market zincirine Urfa’da "içki satmama koşuluyla" mağaza açma kolaylığı sağlandığına ilişkin yazımdan sonra Urfa Valisi aradı.
Konunun kamu kuruluşları ve belediye ile ilgisi olmadığını, mağazayı kiraya veren mal sahibinin "günaha ortak olmamak kaygısıyla" kira sözleşmesinde böyle bir talepte bulunduğunu açıkladı.
Olabilir, mal sahibi böyle bir talepte bulunabilir.
Eleştirdiğim, "kár hırsıyla" bu tür talepleri kabul etmekte sakınca görmeyen şirketlerdir.
Yazıyı yazdığım günden beri İstanbul da dahil olmak üzere ülkenin değişik yörelerinden çok sayıda e-posta aldım.
Okuyucularım Urfa’daki uygulamanın tekil bir örnek olmadığını, bazı market zincirlerinin içki satmama uygulamasının AKP’nin iktidara gelmesinin ardından özellikle muhafazakár semtlerde genel bir durum olduğunu anlatıyor.
Öyle görünüyor ki kár kaygısı, bazılarımız için özel konuşmalarda ve toplantılarda savunulan görüşlerle yarıştığında daha ağır basıyor.