Paylaş
Bu kelime bir Neonazi örgütü tarafından 8’i Türk, 1’i Yunan 9 göçmenin öldürülmesinden sonra kullanılmaya başlanmıştı.
Seçimi her yıl Darmstadt Teknik Üniversitesi Dil Bilimleri Enstitüsü’nde kurulan bir jüri yapıyor.
Jüri sözcüsü Nina Janich, değerlendirmenin yüzlerce kelime arasından yapıldığını belirtiyor ve “Döner cinayetleri sözüyle bazı grupların dışlandığını, cinayet kurbanlarının bir yiyeceğe indirgenerek ayrımcılığa tabi tutulduğunu” söylüyor.
Enstitüye bu kelimeyi “yılın en kötüsü” adayı olarak öneren Almanya’nın Sesi Radyosu Türkçe bölümü editörlerinden Murat Çelikkafa şöyle konuşuyor:
“Geride bıraktığımız yıl boyunca, Neonazilerin işlediği ırkçı cinayetlerle ilgili çok sayıda haber hazırladık. Ancak kurbanların ağırlıklı olarak Türklerden oluşması nedeniyle Alman basını ve kamuoyunun yaptığı ‘Döner-Morde’ yani Döner Cinayetleri veya Dönerci Cinayetleri tanımlaması, zaten üzüntü verici olan bu olaylar zincirini daha da vahim hale getirdi, acıları daha da artırdı. Bu ifade, hem kurbanların hatıraları hem de kurban yakınları nezdinde büyük bir saygısızlıktır. Arkadaşlarım Ahmet Günaltay ve Ufuk Çakır ile birlikte Alman Dil Bilimleri Enstitüsü’ne öneride bulunduk. Böylesine vahim bir olaylar zincirinde en azından bundan sonra ‘Döner Cinayetleri’ gibi aşağılayıcı ve acı veren bir ifadeyi kullanırken Alman basını iki kez düşünür diye umuyoruz.”
Bu haberi Almanya’nın Sesi Radyosu’nun internet sitesinde okumuştum. Araya başka konular girince sizlere aktarmam gecikti. Bir iş için geldiğim Frankfurt’ta “Dönerci” isimli bir dergiyi görünce yeniden hatırladım. Olayları hele de böyle cinayet gibi ağır sonuçları olan olayları tanımlarken rastgele kullandığımız kelimelerin aslında nasıl bir bilinçaltını yansıttığının ilginç bir örneği bu.
“Dönerci” dergisi, bizim yayıncılıkta “B2B” diye tanımladığımız bir sektör dergisi. Logosunun altında “sektörün lider dergisi” diye yazdığına göre rakipleri de olmalı. Sadece buna bakarak “döner” sektörünün Avrupa’da ulaştığı büyüklüğü hesaplayabilmek mümkün.
Yıllar önce Antwerp’de bir lokantada şöyle bir tabela görmüştüm: “Meşhur Berlin döneri burada”.
Dünya Kupası sırasında Berlin’de aldığım “Bugünkü Almanya’yı sevmek için” isimli kitapta da iki sayfa da “döner”e ayrılmıştı. Burada yapıldığı haliyle döner, artık bir Alman yemeği sayılabilir ve bu dergide de dönercilerin kullandığı elektrikli bıçaklardan tutun da, döner sarma fabrikalarına kadar birçok ilan yayımlanıyor.
Dergide ilginç bir haber var: “Keçi peynirinden döner yapıldı”.
Kecheese isimli bir Türk markası kızartmalık keçi peynirinden bir döner yapmış. Türer Çiftliği’nde yetiştirilen 3 bin baş keçinin sütünden elde edilen peynirlerle sarılan “beyaz bir döner” bu! Bodrum’da “sebzeli döner” yemişliğim var ama sırf peynirden oluşan bir döner olabileceğini hiç düşünmemiştim.
Türkler, Almanya’ya çok şey kattılar, elbette Almanya’dan da çok şeyler kazandılar.
Sanıyorum ırkçı Almanların kabullenemedikleri şey de esasen bu: Türklerin Almanya’ya çok şey katmış olmaları ve bu katkının izlerinin Almanya durdukça daha da güçleneceği.
20 yıldır aynı mutfakta oturuyor!
ANTHONY Bourdain, esas mesleği aşçılık olan bir “gezgin”. Digitürk’te “Show +” kanalında da yayımlanan ve yemek ile seyahati birleştiren “No Reservation” isimli bir televizyon programı da yapıyor.
Gezmeyi ve yemek yapmayı seven bir insan olarak benim de zevk ve merakla izlediğim bir program bu. Belki günün birinde parasını nereye harcayacağını bilemeyen bir televizyon kanalı bana da böyle bir program yaptırır diye hayal de kurmuyor değilim.
Bourdain, geçenlerde yayımlanan bir programında ABD’nin Maine bölgesine gitti. Köy evlerinde yemek pişirdi, odun kesti, insanlarla konuştu, lokantaları dolaştı.
Bir kasabada girdiği lokantanın aşçısı John Conte ile konuştu. Lokantanın salonundaki üç-beş masadan birinde oturmuş yemek yerlerken Conte’nin 20 yıla yakındır aynı lokantada aşçılık yaptığını öğrendik.
İlginç olan Conte’nin, bu 20 yıl boyunca mutfaktan hiç çıkmamış olmasıydı, “Bu salonda ilk kez yemek yiyorum” dedi. Gerçekten de bir lokantanın aşçısının, lokantanın salonunda oturup yemek yediği pek görülmüş bir şey değil ama müşteriler gidip, lokanta kapandıktan sonra mutfak ekibinin bir masaya oturup yemek yiyebildiğini biliyorum. Conte bunu bile yapmamış.
Bourdain, Conte’ye kasabadaki “en iyi ikinci lokantanın hangisi olduğunu” sordu. Yanıtı duyunca kulaklarıma inanamadım: “20 yıldır bu lokantadan beş ya da altı kez çıktım. Onda da gidip bir yerde yemek yemediğim için bilemiyorum.”
Bir gezgin olan Bourdain sordu: “Peki sıkılmıyor musun? 20 yıldır aynı mutfakta oturuyorsun?”
Conte hiç sıkılmazmış, “Sıkılırsam da tencerelerimle, tavalarımla konuşurum” diye anlatıyor.
Bu yanıtı duyunca birbirimizin tam tersi iki kişi olmamıza rağmen (o 20 yıldır aynı mutfakta oturuyor, ben aynı koltukta iki saat bile oturamıyorum!) aslında aynı durumda olduğumuzu düşündüm.
“Can sıkıntısını aktive etmek” diye bir kavram var. Aşiyan’da Boğaz’a doğru park edilmiş bir otomobilin içinde oturup örgü ören bir kadın gördüğümde bu kavram ile tanışmıştım.
Geçen hafta da benzer bir şey yazdım: Nereye gidersen git, her şey insanın kafasının içinde olup bitiyor. İstersen ayağı yanmış gibi gez dolaş, istersen 20 yıl aynı mutfakta otur, sonuç değişmiyor.
Yeter ki insanın konuşabilecek bir şeyi olsun, tencerelerle bile konuşabilirsin.
Ama canın sıkılıyorsa, istersen Himalayalar’ın tepesine çık, can sıkıntısı da seninle birlikte oraya kadar tırmanır, terlemez bile!
Paylaş