Paylaş
“Hakan Fidan’ın adaylığı öyle anlaşılıyor ki, başbakanlık koltuğu boş olması nedeniyle gelişiyor. Bu yüzden bir hazırlık yapılıyor.”
Belli ki Kılıçdaroğlu, Ahmet Davutoğlu’na “yetersizlik” eleştirisi getirmek amacıyla bir espri yapmaya çalışmış.Çevresindekiler bu espriye güldüler mi bilemiyorum ama esprinin bilinçaltındaki fikrini okuyabilen CHP’liler gülmekten çok ağlamayı tercih ederlerdi.
Kılıçdaroğlu’nun bu sözü, bir gerçeği ifade ediyor: Yeni bir başbakan seçilecek ise o kişi de AKP’li olacak.
Kılıçdaroğlu, ana muhalefet partisi genel başkanı olarak belli ki bu gerçeği içselleştirmiş, seçimi kazanamayacağının gayet iyi farkında ve Fidan’ın adaylığı üzerinden espri yapmaya çalışırken, bilinçaltındaki bu fikri de dışavuruyor.
Ana muhalefet lideri için ne büyük talihsizlik!
Oysa aynı gezide yanında bulunan CHP Genel Sekreteri Gürsel Tekin bakın aynı soruya nasıl yanıt vermiş:
“AKP’nin kendi iç sorunu. Davutoğlu’nu yetersiz buldukları için AKP Genel Başkanı arıyorlar gibi geliyor.”
Politikacıların, ağızlarından çıkanı önce kendi içlerinde iyice bir duymaları gerektiğini gösteren iki örnek cümle.
Aynı espri anlayışıyla yola çıkıyor ama birincide “seçimi kaybetmeye peşinen hazır” bir ifade var, diğerinde rakip partiye yönelik bir eleştiri.
Arınç son derece haklı
HAKAN Fidan’ın milletvekili adayı olmak için MİT Müsteşarlığı’ndan istifa etmesini, Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç da şöyle yorumladı:
“Ben yaptığı görevin önemli olduğunu düşünüyorum. Sıradan bir vekil olarak kalacaksa Başbakan olması mümkün değil. Önümüzdeki dönemin başbakanı bellidir. Doğru mudur? Bana göre o da yanlıştır. Bakan olabilir mi? Her bakanlık için uygun değildir. Sadece milletvekilliği için hiç gerek yok. Ne işi var parlamentoda. Şahsen kendisinin bakan olmasını uygun görmüyorum. Süpermen görevi verilmiş bir insanın bir vekil olarak parlamentoya girmesini israf olarak görüyorum. Kendime rakip olarak görmüyorum. Sevdiğim için söylüyorum.”
Bülent Arınç, 5 dönem milletvekilliği yapmış, tecrübeli bir politikacı.
Önce Refah Partisi’nden seçildi, sonra Fazilet Partisi’nden.
Eğer, AKP’de “üç dönem” kuralı uygulanmıyor olsaydı ve canı isteseydi büyük olasılıkla altıncı döneminde de seçilip parlamentoya girerdi.
20 yıldır parlamenter olarak politika yapan Arınç’ın, bir yüksek bürokratın Meclis’e milletvekili olarak girmek istemesini “israf” olarak nitelemesine dikkatinizi çekmek istiyorum.
Bunu israf olarak görüyor, çünkü milletvekillerinin, şu anda uygulanmakta olan “Türk tipi parlamenter sistemde” bir “hiç” olduğunun en iyi farkında olabilecek kadar tecrübesi var.
Biliyor ki milletvekilleri, parti içindeki “tek seçiciler” tarafından seçildikleri için kendi bağımsız iradelerini, ülkeye yararlı olabilecek düşüncelerini bile ortaya koyamıyorlar.
Parti liderlerinin “oy deposu” olarak orada bulunuyor, bir işaretle parmak kaldırıp indiriyorlar.
Milletvekili adaylıklarını önseçim ile parti üyelerinden kazanmadıkları, adaylıklarını “tek seçiciye” borçlu oldukları için onun sözünden dışarı çıkamıyorlar.
Meclis’in denetim yetkisini kullanması, kanun yapma yetkisini kullanması milletvekillerinin değil, parti yöneticilerinin elinde.
Onların müsaade etmesiyle konuşuyorlar, oradan işaret gelmezse susup beklemek zorundalar.
Arınç bunu biliyor ve “süper yetkileri olan bir bürokratın” bu yetkilerini kullanmaktan vazgeçerek milletvekili olmasını “insan kaynaklarının israfı” olarak görüyor.
Haksız olduğunu kim söyleyebilir ki?
Yargıtay ‘yargıtay’ olacak ise
YARGITAY’da bugün başkanlık seçimi yapılacak.
Her şeyi şirazesinden çıkmış bir ülkede yaşadığımızı, somut olarak göreceğimiz bir seçim bu.
Günlerdir gazetelerde haberler yayınlanıyor, hangi “grubun adayı” seçilecek diye. Bizler de adeta bir maç izler gibi seçim sonucunu bekliyoruz.
Söz konusu olan Yargıtay değil de Anayasa Mahkemesi olsaydı, başkanın kim olacağı, boşalan üyeliğe kimin seçileceği gibi konular hepimizi ilgilendirebilirdi.
Çünkü demokratik ülkelerde, Anayasa Mahkemesi’nin eğilimleri, Anayasa’nın uygulanmasını etkileyebilir, vatandaşların haklarını, devletin görevlerini algılayış biçimi değişebilir.
Oysa seçim yapılacak yer bir “üst mahkeme”dir, bir temyiz makamıdır.
Mahkemelerin kararlarını inceler, kanunların doğru
uygulanıp uygulanmadığını denetler, kanunların uygulanması ile ilgili içtihatlar geliştirir ki ülkede herkes kanunların önünde “eşit” olabilsin.
Kimse sürprizle karşılaşmasın, adaletin terazisi doğru tartsın.
Böyle bir kuruma kimin seçileceği, başkanının kim olacağı elbette önemlidir ama sadece “hukuk” açısından.
Zaten böyle bir makama kadar gelebilmiş yargıçların da “kimin adamı” olduğundan çok “hukuk bilgisi ve tecrübesi” tartışılmalıdır.
Yüksek mahkeme yargıçlarının, bir gruba bağlı olmasından ziyade “bağımsız” olmaları önemlidir.
Sadece kanunlara ve kendi vicdanlarına bağlı hukukçular olmalarını beklememiz gerekir.
Günün birinde Yargıtay seçimleri bizi bu açılardan da ilgilendirir diye umalım.
Biliyorum ki adalet sistemimizdeki savcıların ve yargıçların önemli bölümü, mesleklerini dürüstçe yapmaya çalışan, kanunları eşit uygulamak isteyen hukukçulardan oluşuyor.
Gelecek ile ilgili güvencemiz onların kendi mesleklerine sahip çıkmalarıdır.
Belli ki siyaset erbabından yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı ile ilgili bir beklenti içinde olmamız boş bir hayalden ibaret!
Paylaş