Paylaş
TSK içinde örgütlenmiş bu çetenin daha o tarihte farkına varılabilir ve 15 Temmuz günü yüzlerce vatandaşımızın hayatına mal olan darbe girişimi en başından engellenebilirdi.
2010 yılındaki sınavda “doğru yanıtları bilerek” öğretmen olan 102 kadının kocaları, 15 Temmuz darbe girişiminde aktif rol oynayan subaylardan başkası değildi.
Eğer KPSS soruşturması Fetullahçı çeteyi ortaya çıkarmak amacıyla yürütülmüş olsaydı, darbeci 102 subayın cemaat ilişkisi de ortaya çıkacaktı.
Bu 102 subay üzerinden gidip geri kalan Fetullahçı çete mensuplarını ordudan atmak, son derece kolaydı.
O subaylar daha sonra, diğerleriyle birlikte hepimizin canına kastettiler, başta da Cumhurbaşkanı’nın!
Cumhurbaşkanı, bu çeteyi korumakla hata ettiğini ve pişman olduğunu, özür dilediğini söyledi.
MİT Müsteşarı, zamanın Emniyet Genel Müdürü ve zamanın Genelkurmay Başkanı, gözlerinin önündeki bu gerçeği neden görmezden geldiklerini açıklayabilirler mi peki?
FETÖ’CÜ KİMDİ? MİT MÜSTEŞARI MI, EGM Mİ?
GAZETELERİN yazdığına göre Bakanlar Kurulu “tarihi bir karar” vermiş ve 2010 KPSS’sinde soruları çalarak memur olanların memuriyetten atılmalarına karar vermiş.
Bunu okuyunca tebessüm ettim haliyle!
2010 yılında KPSS sorularının çalındığının ortaya çıkmasından sonra bugünün Cumhurbaşkanı, o günün Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, MİT Müsteşarı ve Emniyet Genel Müdürü’nü (EGM) makamına çağırtmış ve “Kopya çekenleri bulun, dosyayı da önce bana getirin” demişti.
O tarihten beri yakın zamana kadar her hafta bu soruşturmanın sonucunu sordum, kapı duvar, yanıt alamadım.
Yanıt alamayacağımı biliyordum, özellikle sordum.
Çünkü soruları alıp yanıtlarını yandaşlarına dağıtanın Fetullahçı çete olduğunu, o çetenin de zamanın Başbakanının koruması altında olduğunu biliyordum.
Kim bilir, belki onun değil, MİT Müsteşarı’nın ya da sonradan AKP milletvekili yapılan Emniyet Genel Müdürü’nün koruması altındaydılar.
Peki ben nereden biliyordum? Neye dayanarak “soruların nefesi kuvvetli bir hocanın örgütü tarafından çalındığını” yazabiliyordum?
Hayır, örgüte sızmış casuslarım yoktu.
Soruların çalındığının belli olmasının hemen ardından 10 Eylül 2010 tarihinde Milliyet’te, Tolga Şardan ve Türker Karapınar imzasıyla bir haber yayınlandı.
2010 KPS Sınavı’nın sorularının çalınmasındaki kilit isimlerden biri olan Ispartalı Baki Saçı, savcılığa verdiği ifadede cemaat bağlantılı bir arkadaşının “Sana bir hediyem var” diyerek soruların yanıtlarını kendisine gönderdiğini anlatıyordu.
Sadece KPSS değil, ALES, YGS sorularının yanıtlarının da örgüte mensup kişilere dağıtıldığını açıklıyordu.
Saçı, ifadesinde, üniversiteye hazırlanırken gittiği bir dershanede Fetullah Gülen cemaati mensuplarıyla tanıştığını, “Sana imkânlar sunarız” diyen cemaate ait evlerde 4 yıl boyunca kaldığını ve cemaati bu şekilde tanıdığını anlatıyordu.
Ankara’ya getirilerek savcılık tarafından şüpheli sıfatıyla ifadesi alınan Saçı, daha sonra serbest bırakılmıştı.
Bu ifadeyi veren neden serbest bırakılmıştı, o savcı da mı Fetullahçıydı?
Ya MİT Müsteşarı ya da zamanın Emniyet Genel Müdürü, neden gerçeğin üzerine gitmediler?
Ya da bizzat Recep Tayyip Erdoğan, bu dosyayı neden takip etmedi?
Başbakan Binali Yıldırım, Fetullah çetesi ile ilgili soruşturmalarda 17-25 Aralık 2013 tarihinin “milat” olarak kabul edileceğini açıkladı!
Bu iş, “milattan önce” olduğuna göre, soruşturma kapsamına alınmalı: Bu hırsızlar çetesini kim korudu, kim dosyayı sakladı ve adaleti engelledi?
HAKKÂRİ’DEKİ KÜRT’ÜN OYU!
SORUYU “Dağdaki çobanın oyu ile şehirdeki profesörün oyu bir olur mu” diye soracak olursam başıma nelerin geleceğini gayet iyi biliyorum.
Solcusundan sağcısına, dincisinden ateistine kadar geniş bir yelpaze üzerime gelir, hakarete uğrarım filan!
Ama ben soruyu şöyle soracağım:
Hakkâri’deki Kürt’ün oyu ile Yozgat’taki, Antalya’daki, Denizli’deki, Ayvalık’taki, Samsun’daki Türk’ün oyu bir olabilir mi?
Hatta bir adım daha atıp soruyu şöyle de sorabilirim: Hakkâri’de, Diyarbakır’da HDP’ye oy veren Kürt’ün oyu ile aynı şehirlerde AKP’ye, CHP’ye, MHP’ye oy veren Kürt’ün oyu bir olur mu?
Darbe sonrasındaki “milli birlik ve beraberlik” tablolarında gördük ki hayır, böyle bir şey yok.
5 milyon HDP’linin oyu geri kalan partilere verilen oylardan daha değersiz!
15 Temmuz’dan sonra Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın muhalefet partileriyle daha yakın temas kurmaları, sorunları konuşmaları gerçekten önemli bir hareketti.
HDP’nin bu işin dışında tutulması, ayrımcı bir görüntü yaratıyor. HDP’nin 7 Haziran seçimlerinden sonraki politikasının yanlışlığını tartışmaya bile gerek yok.
Ama HDP’yi demokratik siyasete zorlamak gerekliliği de açık ve bu HDP’yi dışlayarak yapılabilecek bir iş de değil.
15 Temmuz gürültüsü içinde unutmuş gibi görünüyoruz ama bölgeden hâlâ şehit haberleri gelmeye devam ediyor, PKK azgınlığı olanca hızıyla sürüyor.
Bugüne kadar bilinen ezberleri tekrarlayarak normale dönebilmemiz mümkün mü?
PKK’nın, Suriye’deki gelişmeleri fırsat bildiği ve çatışmayı derinleştirmek istediği bir ortamda, demokratik siyaset kanallarının önünü açabilmek gerekiyor.
Paylaş