STEVE Jobs öldükten sonra, yıllar önce Stanford Üniversitesi’nde yaptığı bir konuşma birçok mecrada yeniden gündeme getirildi.
Jobs, o konuşmasında 17 yaşında duyduğu ve sonra yaşam mottosu haline getirdiği bir özdeyişi tekrarlamıştı. Şöyle bir söz bu: “Her gününüzü son gününüz gibi yaşarsanız, sonunda bir gün haklı çıkarsınız.” Jobs bu sözü duyunca şöyle düşünmüş: “Eğer bugün hayatımın son günü olsaydı, şu anda yapmaya hazırlandığım şeyleri yine de yapar mıydım?” Yanıtı hepimiz için aynı olabilecek bir soru bu: Hayır, kuşkusuz ki yapmazdık! Jobs buradan yola çıkarak çalışmaya devam etmiş. Ben ise tam tersini yapardım sanıyorum, bugünün hayatımın son günü olduğunu bilseydim aklıma gelecek son şey bir şeyler icat etmeye çalışmak olurdu. Canlılar içinde hem öleceğini bilen ama hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamayı başarabilen tek canlı türü bizleriz. William Saroyan’ın vasiyetindeki şu cümleyi okuyalım: “Herkes ölecek ama ben hep benim için bir istisna yapılabileceğine inanmıştım.” Jobs’un konuşması üzerine yazılanları okurken 25 Ocak 2003 tarihinde Milliyet’te yayımlanan bir yazımı hatırladım. “Hiç bunları kendine dert etmeye değer mi” başlığını taşıyan bu yazıda bir resmin ve bir romanın bana çağrıştırdığı bir öyküyü anlatmıştım. Öykü şöyle: Argos Kralı Acrisius kâhinlerine çok güvenirdi. Nitekim sırf kâhinlerin sözüne itimat ettiği için kızı Danae’yi bronzdan yapılmış bir kuleye hapsetmişti. Tek bir amacı vardı: İçeriye erkek sinek bile giremesin ve Danae herhangi bir erkek ile karşılaşamasın. Çünkü kâhinler Danae’nin bir oğlu olduğu takdirde bu çocuğun büyüyüp bir gün Acrisius’u öldüreceğini söylemişlerdi. Zeus, Danae’nin varlığından bu söylentinin yayılmasıyla haberdar oldu ve o günden itibaren Danae’ye büyük bir tutkuyla bağlandı. Bir gün bronz kulenin çatısına çıktı ve Danae’nin bacaklarının arasına bir altın yağmuru gönderdi. Danae bu yağmurun ardından hamile kaldı ve Zeus’tan bir oğlan bebek dünyaya getirdi. Acrisius, bebeğin varlığını keşfedince paniğe kapıldı. Danae ve oğlu Perseus’u bir sandığa kilitleyip denize attı. Dalgalar sandığı Seriphus kıyılarına kadar sürükledi. Seriphus Kralı Polydectes sandığı açıp da karşısında Danae’yi görünce tam kalbinden vuruldu. Büyük bir tutkuyla Danae’ye sahip olmak istedi. Polydectes, Perseus’u oralardan uzaklaştırmak için gidip Medusa’nın kafasını keserek kendisine getirmesini söyledi. Bunu başarabilirse onları ülkelerine geri yollayacağına dair söz de verdi. Perseus’un Medusa’yı öldüremeyeceğini, orada telef olup gideceğini hesaplıyordu. Perseus maceralı bir yolculuğun sonunda amacına ulaştı. Polydectes için yapılacak başka bir iş kalmamıştı artık: Danae ve Perseus’u ülkelerine geri yollamak zorunda kaldı. Danae ile birlikte Argos’a dönen Perseus bir disk atma yarışması sırasında kazayla Acrisius’u öldürdü. Danae’nin öyküsünü öğrenmeye beni iten şey Gustav Klimt’in aynı isimli bir tablosu olmuştu. “Art nouveau” akımının en önemli ressamlarından birisidir kendisi, toprağı bol olsun. Erotik resmin zirvelerinden birisi olarak kabul edilen bu tabloda Danae sanki bir su birikintisinin içinde uyuyor gibidir. Omuzlarına dökülen kıvırcık kızıl saçları, istekle aralanmış dudakları, kasılmış parmakları, doğurganlığı vurgulayan geniş kalçaları ve bacaklarının arasındaki altın-gümüş yağmuru ile öylece, bir sandığa sığdırılmak istenmişçesine kıvrılıp yatmıştır. Resmin sol alt bölgesindeki küçük siyah dikdörtgenin Klimt’in bir soyutlama çabası olduğunu da okudum bazı yazılarda. Erkeksizliği vurgulayan bir leke! Resmin etrafını çevreleyen bezemeler de Danae’nin cildini hissedilebilir kılmak isteyen Klimt’in kullandığı bir yöntem. Klimt’in hemen her resminde rastlarsınız bunlara. Bir arkadaşım Daniel Quinn’in İsmail isimli romanını verdi. Klimt’i, Danae’yi, Perseus’u ve talihsiz Acrisius’u hatırlamama yol açan bir bölüm var romanda. Tanrılar bir gün kendi aralarında bir değerlendirme toplantısı yaparlarken içlerinden birisi bir “savana”ya bir miktar ağustosböceği göndermelerini teklif eder. Bunun çok hoş olacağını düşünmektedir. Hem “savana” canlanacak hem de kuşlar, kertenkeleler daha kolay büyüyeceklerdir. Bu öneri tanrıların kendi aralarında yeni bir tartışmaya girişmelerine yol açar. Tartışma, bir tilkinin karnını doyurması için bir bıldırcının ona gönderilmesi konusu açılınca iyice alevlenir. Tanrılardan biri şöyle der: “Bıldırcına da canı biz vermedik mi? Onu tilkinin keskin dişlerine terk etmek çok çirkin olur.” Bıldırcının tilkiye verilmemesi halinde ağustos böceklerini yiyeceği konusu ortaya çıkar böylece. Ağustosböceklerine de canı tanrılar vermedi mi? İçlerinden biri, “bilgi ağacının” meyvesini daha önce yemiş olan bir tanrı, tartışmayı sona erdirir: “Bu tanrıların gerçek bilgisi: Kimin yaşayacağı ve kimin öleceği.” Bir cumartesi günü için iç karartıcı ve kaderci bir yazı mı oldu? Bilmiyorum. Bildiğim sadece şu: Bir gün Tanrı ölmemize karar verene kadar bize verilmiş tek hayatımız var. O hayatı yaşamak ve tadını çıkarmak için elimizden gelen her şeyi yapmalıyız.