Paylaş
“Farklılıklara tahammül edemeyenler bu bölgeye refah getiremezler. Yazarlara, şairlere, gazetecilere, sanatçılara tahammül edemeyenler bölgeye barış getiremezler. Kendileri gibi düşünmeyenlere kastedenler bölgeye demokrasi getiremezler”.
Ne kadar da güzel konuşmuş, değil mi?
Birazdan değineceğim bir itirazımı saklı tutmak koşuluyla, altına imzamı atabilirim, hatta bir adım ileri gidip onun “bölge” sınırlamasını da kaldırıp bütün bir Türkiye’yi koyabilirim.
Şimdi dilerseniz yukarıdaki alıntıda yer alan “bölgeye” kelimesinin yerine “Türkiye’ye” kelimesini koyup bir kez daha okuyalım.
Sadece biz okumayalım tabii, özellikle de Başbakan yüksek sesle okusa ve içeriğini iyice özümsese ne kadar iyi olur!
“Yazarlara, gazetecilere, şairlere, sanatçılara ve farklılıklara tahammül” konusunda kendisinin alması gereken bir hayli yol var çünkü.
Bir kaş çatışıyla işlerini kaybeden gazetecileri, “Ucubedir” denilerek heykelleri yıkılan sanatçıları, “Sen işine bak” diye azarlanan yazarları onun döneminde gördük çünkü.
İnsanları “inanan–inanmayan” diye ikiye ayırmamak, yaşam biçimlerini “meşru–gayrimeşru” diye kategorize etmemek, herkese aynı gözle bakabilmek Başbakan’ın da artık başarması gereken bir iş değil midir?
“Farklılıklara tahammül” meselesine de bir parantez açmalıyım. Yukarıda sözünü ettiğim “itirazım” bununla ilgili.
Birisine “tahammül” ediyorsak, bu aslında çok da özenilecek ve öne çıkarılacak bir huy sayılmaz.
“Tahammül” dilimize Arapçadan geçmiş olan bir sözcük. “Yüklenmek, taşımak” anlamındaki “haml” kelimesinden geliyor.
İlhan Ayverdi’nin büyük eseri Misalli Büyük Türkçe Sözlük şöyle bir karşılık vermiş: “Tahammül: Zor şeylere dayanma gücü, ses çıkarmadan katlanmak.”
TDK Büyük Türkçe Sözlük’te şu karşılık var: “1. Nesnenin, güçlü, zorlayıcı dış etkenlere karşı koyabilmesi, dayanması. 2. İnsanın kötü, güç durumlara karşı koyabilme gücü, kaldırma, katlanma.”
Toplumdaki başka fikirlere, başka yaşam biçimlerine, başka etnik ve dini kimliklere “tahammül” etmek de tanımı gereği makbul bir durum sayılmaz.
Çünkü bizimkinden farklı düşünceler, yaşam biçimleri, etnik ve dini aidiyetler, “dayanılması ve katlanılması zor şeyler” değildir.
Bunun yerine “saygı duymak” daha doğru bir eylem ve tanımlama olurdu.
Farklılıkları olduğu gibi kabul etmek ve varlığına saygı göstermek! Önemli olan budur, tahammül etmek değil.
Umarım ki Başbakan “tahammül” kelimesini işini bilmez bir konuşma yazarının ya da danışmanının dikkatsizliği ile kullanmış olsun.
Yok, eğer bu kelimeyi bilinçli olarak kullandıysa, o zaman beyninin gerisinde farklılıkları kabul etmek konusunda hâlâ ciddi bir sorunu var demektir.
Demokratikleşmede ayak sürümeye devam!
BAŞBAKAN’ın Diyarbakır konuşması üzerine çok fazla çalışılmış. Bunu Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay’ın açıklamasından öğrendik.
Yukarıda da sözünü ettiğim gibi çok çalışmış da olsalar “tahammül” kelimesinin anlamını atlamışlar, dilerim sadece bir “atlama” olsun ama bu yazıda dikkatinizi çekmek istediğim konu başka.
Atalay şöyle diyor: “Başbakan’ın o konuşması hakkında çok çalıştık. Çözüm sürecinin özü şu; terör bitecek, silahlar teslim edilecek, ondan sonra da siyaset grubu gerekeni yapacak. Siyaset grubunun gerekeni yapması boyutunda; eve dönüşler, siyasete katılma, cezaevlerindekilerin durumu, daha doğrusu içeride ve dışarıdaki terörle ilgili unsurların, o insanların tekrar hayata kazandırılması, evlerine dönüşü, rehabilitasyonu her şey bunun içinde.”
Barış süreci diye tanımlanan süreç, iki ana koldan yürüyor olmalı: Bir tanesi PKK’nın silah bırakması, diğeri ise en genel tanımıyla demokratikleşme.
PKK silah bırakmış değil, silahlı adamlarının da beşte birini çektiği söyleniyor.
Ama geçici bir ateşkes durumu var ki barış sürecinin başından itibaren genç insanlar ölmüyorlar, bu hiç kuşkusuz ki herkesin sevinmesi gereken ve kesilmemesi için üzerine titizlenilmesi gereken bir durum. Ve kuşkusuz ki hükümet ile PKK arasında yürütülecek görüşmeler ile çözüme kavuşturulabilir.
Demokratikleşme ise sadece Kürtlerin beklentisi değil, tüm ülkeyi ilgilendiren bir durum.
Ülkenin her yerinde insan haklarına saygılı, demokratik bir hukuk düzeni kurulmalı ki herkes kendisini siyaset alanında ifade etme olanağına kavuşsun, memleket sıkı sıkıya bağlandığı zincirlerinden kurtulsun.
Barış sürecinin başında da bu konuya dikkat çekmiştim, hükümet, bu genel demokratikleşme adımlarıyla, PKK’nın silah bırakması arasında bir ilişki kuruyor.
PKK silah bırakacak, sonra hükümet demokratik reformları yapacak, her şey sütliman olacak.
Bu son derece yanlış bir tutumdur.
Bu ülkede var olan her etnik ya da dini kimliğin temel demokratik haklarını, gücünü silahtan alan bir örgütün keyfine bırakmak, demokrasi konusunda ayak sürümekten başka bir şey değildir.
Batı standartlarında bir demokrasinin koşullarının yaratılması ile barış sürecinin sonunda dağdan inecek olanların rehabilitasyonu arasında nasıl bir ilişki olabilir ki?
Türkiye’nin demokratik beklentileri, her türlü dış gücün manipülasyonuna açık, uyuşturucu ticaretiyle de finanse edilen dağdaki savaş ağalarının keyfine bırakılamaz.
Dünyanın her yerinde gerçek bir demokrasinin ayrılıkçı terörü marjinalize edebildiğini biliyoruz.
Hükümet kulağını tersten göstermeyi bırakmalıdır.
‘Hormonlu notlar’ tehdit mi?
DÜN Hürriyet’in manşetinden öğreniyoruz ki “aralarında ‘zincir’ okullar da bulunan bazı özel okullar” öğrencilerine “hormonlu notlar” veriyormuş.
Böylece şişirilmiş notlar ile 6, 7 ve 8. Sınıflardaki öğrencilerine, SBS’de avantaj sağlamayı hedefliyorlarmış.
Bu okulların hangileri olduğu açıklanmamış ama son günlerdeki dershane savaşlarında yeni bir mevzi açılıyor gibi geldi bana.
Birkaç gün önce “firavunlardan” söz eden Fethullah Gülen’in, dün “Mızraklara karşı iğne bile kullanmamaya karar vermeliyiz” noktasına gerilemesi de ilginç.
Bana öyle geliyor ki “hormonlu notlarla savaş” durumunun ardında sanki cemaate karşı bir sopa sallama da var gibi!
Paylaş