CUMARTESİ günü Hürriyet’in "Dünya" sayfasında bir fotoğraf yayımlandı.
Editörlerim, cumartesi gününün gazetesini aramak zahmetine katlanmamanız için bu fotoğrafı bugün köşeme de koydular.
Fotoğraf Bangladeş’te yapılan Hizbullah yanlısı bir gösteride çekilmiş.
Aynı fotoğrafı dünyanın bir başka köşesinde de çekebilmek mümkün olurdu.
Pakistan’da, Endonezya’da, Türkiye’de, İran’da veya Afganistan’da.
O fotoğraftaki öfkeyle sıkılmış yumruklara, nefret dolu gözlere bakarken gördüğüm şey şuydu: Bu insanların istediklerini yapabilecekleri bir ülkede yaşasaydık, başımıza her şey gelebilirdi.
Benimkisi bir falcılık sayılmaz.
Bu insanların iktidarı kayıtsız şartsız ele geçirdikleri ülkelerde neler yaşandığını, kendilerine benzemeyen insanlara neler yaptıklarını biliyoruz.
İktidarda olmadıkları ülkelerde de ellerine fırsat geçtiğinde en acımasız şiddeti masum insanlara karşı, sırf kendileri gibi düşünmedikleri için rahatlıkla uygulayabildiklerinin örneklerini de gördük.
Menemen’de insanların kafalarını kesenler de bunlar gibiydi, Irak’ta da, Afganistan’da da...
Kimse kusura bakmasın, ama sırf "onlar da benim gibi Müslüman’dır" diye onlara karşı bir yakınlık hissedemiyorum, sempati besleyemiyorum.
"Medeniyetler çatışması" aslında en çok İslam ülkelerinin içinde yaşanıyor.
İslam’ı kendi vicdanlarında ulvi bir huzur bulmak için yaşayanlar ile dini anlayışlarını herkese zorla dayatmak isteyen ve bunun için öldürmekten çekinmeyenler arasında bir "medeniyetler savaşı" bu.
Dilerim kazanan "medeniyet" olsun!
İlk taşı ’okunmuş pirinç yutmayan’ atsın
DİYANET İşleri Başkanlığı Aile Danışma Bürosu görevlilerinden birisinin, eşinden şikáyetçi olan kadınlara bir tür "üfürükçülük" öğütlemesi başta Diyanet İşleri Başkanı olmak üzere birçok kişinin tepkisini çekti.
Bu tepkileri anlamakta zorlandığımı söylemeliyim.
Bizim ülkemizde yaşayıp da yaşamında bir kez bile "okunmuş pirinç yutmayan" kaç kişi vardır, hep merak ederim.
"Üfürükçü memurun" bir bardak suya yüzer kere okunmasını istediği surelerden birisi (Felak Suresi) "ipliklere düğümler atarak şunun bunun hesabına üfleyen, efsunlar yapan insanların şerrinden korunmayı" diliyor. Gecenin karanlığının insana kötülük ve şer getirebileceğini anlatıyor.
Nas Suresi ise "gözle görünmeyen varlıkların insanın başına açabileceği sorunlardan korunmayı" diliyor.
Dolayısıyla, bir din görevlisinin, bazı dünyevi sorunları çözebilmek için bu surelere sığınmasından daha normal ne olabilir?
Belki bunların yüzer kere okunmasına nasıl karar verildiğini, bir kere ya da beş yüz kere okumanın neden önerilmediğini tartışmak mümkün olabilirdi ama bu surelerin okunmasını istemesini tartışmak abes.
Bu olayda asıl normal olmayan şey; laik bir ülkede "aile ilişkilerini düzenleme, ailevi sorunları çözme işinin" dini bir kuruma verilmiş olması.
Günümüzün karmaşık insan ilişkilerini ve bu ilişkilerden kaynaklanan problemleri çözebilmek ne yazık ki okunacak bir iki duayla mümkün olamıyor.
Dua, okuyanı belki psikolojik olarak rahatlatabiliyor ve soruna katlanmasını kolaylaştırıyor ama gerçek sorunu çözmeye yetmiyor.
Günümüzde, insan psikolojisini çözümleyen, davranışlarını tanımlayan ve "bozuk" olduğu kabul edilen davranış biçimlerini "tedavi" edebilen "pozitif bir bilim" var.
Ve bu bilimi vatandaşların hizmetine sunabilecek kurumların kim olduğu da belli: Sağlık Bakanlığı’nın kurumları ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı’nın uzmanları.
Siz, laik bir ülkede bu sorunu çözme işini dini bir kuruma bırakırsanız, önerilen "tedavi"nin dini içerikli olmasını da kabul etmişsiniz demektir.
Karşı çıkılması gereken şey, laik bir ülkede her sorunun çözümünde başların Diyanet İşleri Başkanlığı’na ve ulemaya çevrilmesidir!